28 Temmuz 2008 Pazartesi

Bulunmaz Tiyatro'dan Oyunculuk Çalışmaları...

Soldan sağa: Kazım Şimşek, Hüseyin Dinç, Eser Bozan...


Bulunmaz Tiyatro, resmi tiyatro anlayışının dışında, ciddi anlamda oyunculuk çalışmaları yürüten tek kuruluş. Bilimsel yöntemlerle üretim yapan Bulunmaz Tiyatro, hiçbir tiyatro duayenini kendine örnek almıyor. Çünkü dahilik palavrasına ve mükemmelliyetçiliğe inanan bir tiyatro değil Bulunmaz...

Emeğin en yüce değer olduğunun bilincinde olan Bulunmaz Tiyatro, yüzünü emekçilerin iktidara yürüyüşünden yana çeviriyor. Yarışma, rekabet, ödül, ödün, çanak yalama, alkol tezgahtarlığı, bankaların küflü kasalarına göz dikme... gibi, sanatı halktan uzaklaştıran tuzaklara yanaşmayan Bulunmaz Tiyatro, televizyonun geçiciliğine tutsak olan, kaşarlanmış oyuncularla çalışma yerine, kendi oyuncusunu kendisi yetiştiriyor...

Tiyatronun; kültür, politika, bilim, estetik, hatta sanat boyutunu göz ardı etmeyen Bulunmaz Tiyatro, yeni dönemde, yepyeni bir oyunculuk anlayışıyla çalışmalara başlıyor. Hemen her yaştan insanın katılabileceği çalışmalar için hiçbir koşul öne sürmeyen Bulunmaz, insanı örseleyen sınav anlayışına da karşı...

Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz, Sen Gara Değilsin oyununu dört aydır oynayan Bulunmaz Tiyatro oyuncularının tümü, bu tiyatronun açtığı Oyunculuk Çalışmaları'ndan yetişti. Bulunmaz Tiyatro'da Oyunculuk Çalışmaları'na katılanlar, birkaç ay içinde sahneye çıkabilecek donanıma sahip olup, özgüvenlerini hızla geliştiriyorlar...

Tel: 0212 513 47 32-33 / 251 85 23 / 638 22 36 / 0532 642 88 57

26 Temmuz 2008 Cumartesi

Hilmi Bulunmaz yazdı...

MUTLAKA TIKLAYINIZ!...

Sinema sanatı oyunculuk gerektirir!...

Ücretsiz oyunculuk çalışması...

Hilmi Bulunmaz yönetiminde, herkesin katılabileceği, ücretsiz oyunculuk çalışması yapılacak...

Tel: 0212 513 47 32/33 - 251 85 23 - 638 22 36 - 0532 642 88 57
Yer: Yeniçarşı cd. 20/3 Galatasaray Lisesi yanı Beyoğlu
Saat: 15.00 - 18.00 arası
Tarih: 27 Temmuz 2008

Önemli bir oyuncu: Kazım Şimşek...


Homeros' un İlyada eserinin oyunlaştırılma çalışmaları 1 .Hafta from Kazim Simsek on Vimeo.

Bulunmaz Tiyatro'ya buyurun!...


Bulunmaz Tiyatro 2007 yılından görüntüler... from Kazim Simsek on Vimeo.

20 Temmuz 2008 Pazar

Macide'nin Günlüğü

Macide Aydan, Bulunmaz Tiyatro'nun "dramatik yazarlık kursu"na katılan bir kardeşimiz. Yazın sanatını ciddiye alan Macide, kursumuzda günlük de tutuyor. Bugün tuttuğu günlüğü sıcağı sıcağına sunuyoruz:


Bir figüranın düşündürdükleri


Aydan Seylan
20 Temmuz 2008


Gözlerinde hayata karşı bir öfke var; ancak belli etmeme telaşıyla ürkek ürkek seyrediyor etrafı. Almış yüreğini; elinde taşıyor. Yüreğini sevgisizlerden koruduğunu düşünüyor belki de? Kim bilir?

Bir yanı yarım kalmış bir çocuk, bir yanı ürkek bir güvercin.

Hem her şeyin bilincinde, hem değil.

Sanki zaman zaman farklı kimlikler taşıyor.

Yuvarlıyor kelimeleri ağzında. Çoğu zaman kendini tekrarlıyor, kendinden emin olduğunu ispatlarcasına.

Sen ey, kendini yanlış sularda arayan yarı çocuk! Yönün farklı olduğu sürece kendini bulamazsın. Ve asla, iyiliği güzelliği başka yerlerde arama.

Önce özünde sen ol, hazmet kendini ve yüreğinin götürdüğü yere yol al. İnsanın kendi yüreğinden ala yol gösterici yoktur dünyada.

***

Ayrıca bakınız:
haiku
Babamın doğduğu kent: Gaziantep

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Yorum gerektirmeyen bir durum!...

Mutlaka tıklayınız: NİHAYET!!!

BULUNMAZ (13.7.2008)


Hilmi Bulunmaz konusuyor from Kazim Simsek on Vimeo.

Cezayir Sokağı Vesaire...

Bulunmaz Tiyatro oyuncularından Mesut Alptekin askere gidiyor. Gitmeden önce, bu pazar (13 Temmuz 2008), son kez Cezayir Sokağı Vesaire adlı gösterisini sundu. Hilmi Bulunmaz'ın yazıp yönettiği oyun, Mesut askerden geldikten sonra da sürecek...

Bulunmaz Tiyatro mekanına çok yakın bir yerde bulunan Cezayir Sokağı, ne yazık ki "Beyaz Türkler" tarafından Fransız Sokağı adıyla anılmaya başlanmıştı. Duyarlı insanların karşı çıkmasına biz de katıldık. Salt düşünsel olarak katılmaya razı olmadık ve bir de oyun sahneledik. Zaman zaman oynanan Cezayir Sokağı Vesaire adlı oyunumuz, belli bir duyarlılık oluşturdu. Tek kişilik oyun, Hilmi Bulunmaz'ın şiirlerinden oluşan bir gösteriydi. Bu pazar sunulan gösterinin videosu da çekildi...

Oyunun oluşuma esin kaynağı olan bir şiiri buraya aktarıyoruz:


cezayir sokağı


dar ve sıkıntılı bir yokuş
güneşe uzanan sır
tüm düşleri birleştirir
cezayir sokağı

ve
ama
önce
incil getirildi
ve

ama
sonra
toprağımız çalındı


çöl bize yetiyor
suyu özünde taşıyan kaktüs
katırtırnağının rengi
ve yılanların ıslığı
bize yetiyor

ve
fransızlar geldi
ve
ekmeğimizi çaldı


şimdi bir sokak var
uzak olmayan ülkede
yokuş ve sır dolu
cezayir sokağı

ve
kirletildi adı
fransızlar tarafından


gölgesinde mor menekşeler
güneşinde yeni doğmuş bebek sesleri
ve bahçelerinde nane kokusu yok
bir tek tabelası kaldı
cezayir sokağı

(Kaynak: Hilmi Bulunmaz)

Not: Daha sonra, bizim verdiğimiz savaşımın da katkısıyla, Fransız Sokağı adı daha az kullanılmaya başlandı. Hatta, ışıklı reklamlarla yazılan Fransız Sokağı adı kullanımdan kaldırıldı... (14 Temmuz 2008)

13 Temmuz 2008 Pazar

Macide'nin Günlüğü

Macide Aydan, Bulunmaz Tiyatro'nun "dramatik yazarlık kursu"na katılan bir kardeşimiz. Yazın sanatını ciddiye alan Macide, kursumuzda günlük de tutuyor. Bugün tuttuğu günlüğü sıcağı sıcağına sunuyoruz:


Babamın doğduğu kent: Gaziantep


Aydan Seylan
13 Temmuz 2008


Sokaklarında dolaşıyorum; senin doğduğun kentin bir bir, senden yıllar sonra. Belki de bastığım kaldırım taşlarından zamanında sen de geçtin. Kimbilir belki de köşedeki marketten alışveriş yapardın. Tek bir farkla, o zamanlar market şirin bir bakkal dükkanıydı herhalde.

Amcam, elimden tutmuş dolaştırıyor kenti; sevdiğin mekanlarla tanışıyorum birer birer. Doğduğun, büyüdüğün, ilk gençlik günlerini geçirdiğin, yaşadığın mekanları, evleri geziyoruz.
Dönüş yolunda eski ev sahiplerinden birine uğruyoruz. İsmimi hemen anımsıyorlar.
Amcam, "Atilla’nın kızını getirdim size" dediği anda hemen.

"Macide gelmiş" diye seviniyorlar.

Macide babaannemin ismi. Anneni erken yaşta kaybettiğin için ona olan özlemini biraz olsun dindirmek, ona benzemem niyetiyle ilk ismime Macide demiştin biliyorum. Ama ailenin büyüğü olan dedem emekli subay Abdulkadir Fazlı bey "Aydan" deyince kimse Macide’yi kullanmamış. Kimse bana "Macide" diye hitap etmedi senden sonra. Ama beni hiç görmeyen, bilmeyen ev sahipleriniz bana verdiğin ilk ismi unutmamışlar, ne güzel!

Etrafı hayranlıkla, şaşkınlıkla ve kendimi bulurcasına izliyorum. Acaba burada ne anılar yaşadınız sen ve diğerleri, yanında kimler vardı, kimlerle arkadaşlık yaptınız? Bir sürü soru işareti, bir yığın merak, bir o kadar da özlem…

Evet, yıllar sonra senin doğduğun kentteyim. Şimdi görsen tanıyabilecek misin?

Her şey o kadar farklı ki!

***

Ayrıca bakınız:
haiku
Babamın doğduğu kent: Gaziantep
Bir figüranın düşündürdükleri

12 Temmuz 2008 Cumartesi

Kültür işleri hayırseverlere kaldı!...

Türkiye'yi hızla Orta Çağ kayalıklarına çarptırmak için göreve gelen AKP'nin "sol"dan devşirme Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, tiyatroculara Kültür Bakanlığı çanağı yalatırken, bir yandan da kültürel mekanların oluşumunu "hayırsever" kişilere bırakıyor!...

AKP cilacısı Zaman gazetesinden aktarıyoruz:


Günay: Ayazağa Kültür Merkezi 2010'a yetişecek


Dün akşam TRT 2'de yayınlanan "Boğaziçi'nden" programına konuk olan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, kültür ve sanat çevrelerini sevindirecek önemli açıklamalarda bulundu.

Yaklaşık 8 yıldır sürüncemede olan ve tam bir karmaşaya dönen Ayazağa Kongre ve Kültür Merkezi'ni 2010'a yetiştireceklerini açıklayan Günay, "Hayırsever bir işadamı buldum. Bir iki hafta içinde protokolü imzalıyoruz. Adını şimdi açıklamayacağım bu işadamı, 100 milyon dolara burayı bitireceğini söyledi. Artık bu konu çözülmüş oldu." dedi.

Abdullah Kılıç ve Cem Erciyes'in sunduğu "Boğaziçi'nden" programında 2008 Ekim ayında düzenlenecek ve Türkiye'nin onur konuğu olarak katılacağı Frankfurt Kitap Fuarı da konuşuldu. Günay, "Yazar ve yayınevi seçiminde komisyonun 'ideolojik' davrandığıyla ilgili çeşitli iddialar var. Size bu konuda bir şikayet geldi mi?" şeklindeki soruya şöyle cevap verdi: "Ben de bu iddiaları basından okudum. Konuyla yakından ilgileniyorum. Herkes müsterih olsun. Türkiye, bütün renkleriyle Frankfurt'ta temsil edilecek. Hiçbir ayrımın yapılması söz konusu değil."

Frankfurt'a gidecek yazarların ve yayınevlerinin isimlerinin hâlâ belli olmaması ve fuara katılacak yazarların isimlerinin kamuoyundan saklanmasıyla ilgili bir soru üzerine ise Günay, şunları söyledi: "Böyle bir şeyin olmasını tasvip etmem. Ben listelerin kamuoyuyla paylaşıldığını biliyorum. Eğer kamuoyuyla paylaşılmamışsa arkadaşlara talimat vereceğim. Her şey şeffaf olmalı."

(Kaynak: Zaman)

Ayrıca bakınız:
AKP'yi protesto etmeyen, düzene karşı çıkamaz!
Behram da AKP'nin dümen suyuna girmedi!...
Birkaç soru ve yorumsuz aktarılan yazı...
Edebiyata türban takılmak isteniyor!...

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Devlet Opera ve Balesi, Fransız kaldı!...

Türkiye halkı kendi sorunlarıyla boğuşurken, Devlet Opera ve Balesi yazgısını turist acentalarına bağladı. Tuzla tersanelerinde sapır sapır insanlar düşüp ölürken, halkın sorunlarının sağır kulaklara ulaşması söz konusu değil. Kulakların sağırlarını artırıp toplumsal duyarlılığı perdeleme işlevi gören devlet sanat kurumları, tarihsel görevlerini yerine getiriyorlar!...

Radikal gazetesine yansıyan haberden tadımlık sunup link veriyoruz:


Turizm acentalarından destek bekliyoruz


Erdoğan, festivalin iyi tanıtılmasının önemine dikkat çekerek, bu konuda özellikle Antalya bölgesindeki turizm acentelerinin etkisinin büyük olduğunu kaydetti.
Erdoğan, “Aspendos Festivali’ne ilginin daha da arttırabilmesi için özellikle Antalya bölgesindeki turizm acentelerinin biraz daha bu konuya eğilmesi gerekiyor. Aspendos’ta bu görkemli atmosferin yaşatılabilmesi için onların turistleri kültür etkinliklerine yönlendirmesi gerekiyor. Ülkemizin tanıtılması için bu anlamda desteklerini bekliyoruz. Tur operatörlerinden duyarlılıklarını bu yönde arttırmalarını bekliyoruz" diye konuştu.

(Bakınız: Radikal)

Devlet Tiyatroları, gündemden düşmüyor!...

Kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi için çaba harcayan Devlet Tiyatroları, şimdi de AKP'nin ameliyat masası olarak iş görüyor. Sürekli olarak çalkantı yaşayıp halktan uzaklığı artan Devlet Tiyatroları, gerici basına da malzeme olarak bitkisel yaşamını sürdürüyor...

AKP'nin vitrini görünümündeki gerici Zaman gazetesindeki haberi aktarıyoruz:


Rüştü Asyalı, DT'nin başrejisörü oldu


Tiyatro sanatçısı Rüştü Asyalı, Devlet Tiyatroları (DT) Başrejisörlüğü'ne getirildi. Bir süredir Mustafa Kurt tarafından vekaleten yürütülen Devlet Tiyatroları Başrejisörlüğü'nü artık Asyalı üstlenecek.

1947 yılında dünyaya gelen sanatçı, 1970 yılından bu yana Devlet Tiyatroları'nda oyuncu ve yönetmen olarak görev yaptı. Asyalı, 'Keşanlı Ali Destanı', 'Fil Adam', 'Düşler Yolu' ve 'Azizname' adlı oyunlarda rol aldı, bunun yanında 'Kanlı Nigar', 'Ah Şu Gençler', 'Ölümsüzler', 'Yunus Diye Göründüm' ve 'Soruşturma' adlı oyunları yönetti. Ankara, aa

(Kaynak: Zaman)

Devlet Tiyatroları: Kaynayan cadı kazanı!...

Devlet Tiyatroları'nın tartışma gündemine gelmesine neden olan kişilerinden Firuzan Tercan, aylar önce, kendisinin tartışma gündemine geleceğini bilmediğinden olsa gerek, rahat bir demeç vermiş...

samanyoluhaber.com, Bulunmaz Tiyatro ve Coşkun Büktel'in gündeme getirdiği Firuzan Tercan; aylar önce de Yeni Şafak'ta gündeme gelmiş. Biz yeni ayrımsadık; aktarıyoruz:


Ev hanımları da oyun yazıyor, deliler de!


ANKARA (ANKA)
Devlet Tiyatroları Başdramaturgu Firuzan Tercan, Devlet Tiyatroları'na oyun gönderenler arasında akıl sağlığı bozuk kişilerin bulunduğunun tespit edildiğini belirtti. Devlet Tiyatroları Başdramaturgu, Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Tiyatro Bölümü Öğretim Üyesi Firuzan Tercan ANKA'ya yaptığı açıklamada, Devlet Tiyatroları'na her yıl 300'den fazla oyun gönderildiğini açıkladı.

Tezcan, “Tiyatro'ya ev hanımından taksi şoförüne, askerden mühendise, ünlü oyun yazarlarından ilköğretim öğrencilerine, öğretmenden yazarlık mezunlarına kadar herkes oyun gönderiyor. Yani herkesi muhatap kabul ediyoruz. Yeni bir yazar bulduğumuzda ise çok heyecanlanıyoruz” dedi. Tezcan, oyunu kabul edilmeyen ve neden kabul edilmediğini soran herkesle yüzyüze görüştüğünü söyledi.

“BİR SAYFALIK METİN GÖNDEREN VAR”

Devlet Tiyatroları'na bir sayfalık metinden oluşan oyunları bile gönderen vatandaşların bulunduğunu söyleyen Tercan “Tabi bunun aksine 400'ü aşkın sayfa gönderen de oluyor. Ben de bu kişilere oyun yazarken nelere dikkat edilmesi gerektiğini, bir oyunun en az 30, en fazla 80 sayfa olması gerektiğini anlatıyorum” diye konuştu.

“AKIL SAĞLIĞI BOZUK KİŞİLERDEN DE OYUN GELİYOR”

Devlet Tiyatrosu'na oyun gönderenler arasında akıl sağlığı bozuk kişilerin de bulunduğunu tespit ettiklerini kaydeden Tezcan, bunu da hem gönderilen metinlerden hem de oyunu kabul edilmediği için görüşmeye gelen kişilerle yaptıkları konuşmalardan anladıklarını ifade etti. Tercan "'Ben dünyanın en iyi tiyatro yazarıyım, oyunumu neden oynatmıyorsunuz' diyen bile var” dedi.

“OYUN YAZANLAR ARASINDA TİYATRO İZLEMEYEN BİLE VAR”

Devlet Tiyatro için oyun yazan kişiler arasında hiç tiyatro izlememiş insanlar bile bulunduğuna dikkat çeken Tercan, yine de herkesi dikkate aldıklarını, vatandaşları kırmaktan kaçındıklarını ve tiyatroya hevesli herkese yardımcı olmaya çalıştıklarını belirtti. Tezcan, oyunu kabul edilmeyen kişilere bunun nedenleriyle birlikte mektup yazarak iletmeyi tercih ettiklerini anlattı.

Tercan, Nedim Saban'ın ilk oyun metnini el yazısı ile 12 yaşındayken Devlet Tiyatroları'na gönderdiğine işaret ederek, “'Bu çocuktan tiyatro adamı olacak' dedik ve haklı çıktık. Bu nedenle oyun yazan herkesi dikkate alıyoruz. Kimsenin hevesini kırma haddini kendimizde görmüyoruz” dedi.

“ÇOK KÜFÜRLÜ METİNLER DE GÖNDERİLİYOR”

Kimi zaman çok fazla küfür içeren, belden aşağı metinlerin de Devlet Tiyatroları'na gönderildiğini söyleyen Tercan, bu oyunların da neden oynanamayacağını yazara bizzat kendisinin aktardığını ifade etti. Kimi zaman son derece politik ve dini içerikli metinlerle de karşılaştıklarına dikkat çeken Tercan, “Burası bir sansür kurulu değil. Bizler oyunlarda öncelikle estetik, biçimsel kaygı güdüyoruz. Ondan sonra içeriğine bakıyoruz. Siyasi görüşe göre de oyun seçmiyoruz” şeklinde konuştu.

Tercan bir oyunun kabul edilme sürecini şöyle anlattı:

“Gelen bütün oyunlar Ankara, İstanbul, Trabzon ve İzmir'de bulunan 16 dramaturga dağıtılıyor. 1 oyunun iki ayrı dramaturga okutuluyor. Bütün oyunlar raporlandıktan sonra, 3'ü Bakanlık tarafından belirlenen 7 edebi kurul üyesine gönderiliyor. Dramaturg görüşleri de dikkate alınarak beğenilen oyunlar oy çokluğuyla kabul ediliyor. Daha sonra kabul edilen oyunlar bölge müdürlükleri ve yönetmenlerin bilgi ve ilgisine sunuluyor. Bu oyunlar içinden seyirci karşısına çıkacak oyunları onlar belirliyor.”

08.12.2007

(Kaynak: Yeni Şafak)

Ayrıca bakınız: İddialar doğruysa; Bilgin hemen istifa etmeli!...

Coşkun Büktel neden susturulmak isteniyor?...

Türkiye tiyatrosunun çürüdüğünü birileri ortaya koymalıydı. Coşkun Büktel, bu çürümüşlüğü, işin kolayına kaçmadan; kanıtları, belgeleri, tanıklarıyla ortaya koydu. 550 sayfalık bir kitapla durumu saptayan Büktel, çürümüş tiyatroyu algılamak isteyenlerce okunup gönendiriliyor. Tiyatroyu ciddiye alıp, tiyatronun bir sanat olması gerektiğini duyumsayan okurlar, Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları kitabını, bir kez değil, defalarca okuyor. "Bitmeyen kitap" diye nitelediğimiz bu kitap, tiyatroyla iştigal edenlerce mutlaka okunmalı...

Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları okundukça, gerçekler hızla gün yüzüne çıkıyor. Bu kitap okununca, tiyatral iktidarın, siyasal iktidara yaslanmanın ötesinde, hiçbir kıymet-i harbiye içermediği anlaşılıyor...

Türkiye tiyatrosunun çürümüşlüğünü bir bütün halinde anlatıyor Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları. Çürümüşlüğün, sadece oyunlarla sınırlı kalmadığını, oyunların dışında, daha önemli ayak oyunlarının olduğunu anlatıyor bu kitap. Türkiye tiyatrosunun tüm organlarının çürümesiyle birlikte ve buna bağlı olarak, tiyatro eleştirmenliğinin de hızla çürüdüğünü anlatıyor. Çürümüş ve bir ceset haline gelmiş Türkiye tiyatrosunu; çürümemiş, bir ceset haline gelmemiş gibi gösteren eleştirmenlerin, çürümeyi gizlemek isterlerken, bu çürümeyi şimşek hızıyla arttırdıklarını anlatıyor kitap. Türkiye tiyatrosunun estetik bilinçle donanması için savaşım veren Büktel, "vıdı vıdı" yapan yüzeysel eleştirmenler gibi davranmayıp, bilimsel yöntemlerle, Türkiye tiyatrosu kadavrasını inceleme altına alıyor.Kitabın önsüzünün ilk paragrafında, durumun anlaşılması için, bilerek, kendisi de "vıdı vıdı" yapan Büktel, kalan 8 sayfalık önsöz bölümünde, "vıdı vıdı"nın anlamsızlığı ve zararlarını irdeliyor. ..

"Theope" adlı bir oyun yazarak, Türkiye tiyatrosunun estetik çıtasını yükselten Büktel, oyun yazmanın ötesine geçip, düşünsel zenginlik içeren lojistik kitaplar yazdıkça, susturulmak isteniyor. Türkiye tiyatrosundaki muhalefetin bile, tiyatral iktidarın dümen suyunda gittiği ülkemizde, Büktel'in "önemsenmemesi" önemli bir ölçüt. Türkiye tiyatrosunun çürüdüğü bir süreçte, tiyatro esnafından başka türlüsü de beklenemez. Ancak, iktidarın taklitçisi olmayan muhalif tiyatrocular, Büktel'in yapıtlarına "sahip çıkıyor"...

Özellikle Internet'in yaygın kullanımıyla birlikte site kurup gerçekleri okura; daha kolay yansıtabilme özgürlüğü kazanan Büktel, bu kez de, sanal canavarların "saldırısıyla" karşı karşıya kaldı, kalıyor, kalacak!... Bunu da son derecede doğal buluyoruz. İftirası CD'yle saptanmış, "en büyük tiyatro esnafı" Özdemir Nutku'un ardılı olarak gördüğümüz kişi yada kişiler tarafından susturulmak istenen Büktel, gerçekleri dile getirdiği için, tarih sayfalarına "haklı adam" sıfatıyla gireceğinden, Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları da sonsuza dek soluk almayı becerebilecek...

Aşağıdaki ÖNSÖZ'ü okuduktan sonra, kitabı almanızı salık veririz... (HB)


ÖNSÖZ
ya da
“KONUŞAN TÜRKİYE”(!)NİN SUSAN TİYATROSU


Coşkun Büktel
Eylül 1998


Tiyatromuzun sahip olduğu maddi imkanlar, tiyatromuzu yönetenlerin yandaşlarına peşkeş çekildiğinden, Türkiye’de tiyatro, toplumun taleplerine cevap vermek yerine, yalnızca bazı menfaat çevrelerinin taleplerine cevap veriyor. Arpalık olarak kullanılıyor. Konservatuarlara yetenekli öğrenciler yerine “torpillilerin” alındığı artık konservatuar hocalarının açıklamalarıyla kesinlik kazanıyor. Makam ve yetkiler, yeteneksizlere dağıtılıyor. Yetenekler harcanıyor. Yeteneksiz yetkililer, yetkisiz yeteneklileri aforoz ediyor. Yetenek, cüzam gibi korkulan marjinal bir tehlike oluyor. Vasatlığın menfaati ve devamı uğruna yetenekli azınlığa tüm kapılar kapanıyor, asla geçit verilmiyor. Halkımıza yaratıcı yazarların iyi oyunlarını sunarak Türkiye’de tiyatro yazarlığının “gelişmesini” desteklemeye (maaşlarını almalarını sağlayan tüzükler uyarınca) “mecbur” olan ödenekli tiyatro yöneticileri, halkımıza yalnızca “hatırlı” yazarların sevimsiz müsamerelerini sunuyor. Yerli oyun repertuarlarına yalnızca o sevimsiz müsamereler alınıyor. Yetenekli yazarlar, ölmedikçe asla kabul görmüyor. Devlet ya da banka yayınevlerinde danışmanlık ya da editörlük “kapabilmiş” insanlar, yayın listelerine, yalnızca ahbap çavuş oldukları yeteneksiz yazarların o sevimsiz müsamerelerini dahil ediyor. Bu nedenle yayınevleri oyun basmak konusunda yalnızca “acı tecrübeler” yaşıyor ve birkaç tecrübeden sonra oyun basmaktan vazgeçiyor. Eleştirmenler, eleştirmiyor. Gördükleri her banalliğe ya seyirci kalıyor, ya da banalliği alkışlıyorlar. Ya akılları daha ötesine vermiyor ya da vasat çoğunluğun egemen olduğu tiyatro çevrelerinden dışlanmamak için yazıları eleştiri değil vasat çoğunluğa ödenen birer “rüşvet” oluyor. Gazete ve dergi yöneticileri de, reklam potansiyeli ve etkin çevresi bulunan tanınmış tiyatro kurumları ve tiyatro kişilerinin gözetilmesinde ve vasatın idamesinde ideolojik menfaat gördüklerinden, eleştiren eleştiriler yerine, eleştirmeyen eleştirileri tercih ediyor. Dostlar alışverişte görsün diye düzenledikleri sanat sayfalarına yalnızca eleştirmeyen eleştirmenlerin sade suya tirit yazılarını buyur ediyor. Kişilikli eleştiri en radikal, en demokrat gazetelerde bile yer bulamıyor. Tiyatromuzda gerçek eleştiri olmadığından gerçek alkış da olmuyor. Her oyun nasılsa alkışlanıyor. Başarı heyecanı kalmıyor. Sanatçılar memurlaşıyor. Sanatçı kimliği yürekte değil, cüzdanda taşınan bir şey oluyor. Tiyatroya bir sanat olarak değil, bir “ekmek kapısı” olarak bakılıyor. “Memur sanatçı” sıfatını beğenmeyerek “Ben memur sanatçı değil, sanatçıyım” diyen insanlardan pek çoğunun, aslında “memur sanatçı” değil, “memur” oldukları görülüyor. Devlet, memur sanatçıları maaşla ya da sürgün tehditleriyle; diğerlerini ise ödenekle, destekle ya da vaatle susturabildiği için, yolsuzluklar açıklanamıyor/kınanamıyor. “Konuşan Türkiye”(!)de tiyatro susuyor. Ülkemizde tiyatro sanatına bizzat tiyatrocular ihanet ediyor. Demek ki, susma hakkının kutsal olmadığı günler yaşıyoruz. Konuşmak için vicdani mecburiyetimiz var.

Yukarıdaki gibi sadece “laftan” ibaret “hamasi” eleştiri tarzını hiç sevmiyorum. Bir sürü iddia ve suçlama!.. Ama bir tek kanıt, belge, isim ya da tanık yok. Evet, ben, yukarıda gerçekten de Türk tiyatrosunun genel bir tablosunu çizdim. Üstelik bu tabloyu ülkemizdeki başka hiçbir eleştirmenin cesaret edemediği kadar net ve ödünsüz cümlelerle betimledim. Yukarıda çizdiğim tablonun gerçekliğine ve söylediğim her cümleye inanıyorum. Ama başka insanlar, sırf ben söylüyorum diye yukarıdaki laflara neden inanmak zorunda olsun?

Kaldı ki, inansalar bile, yukarıdaki laflardan ibaret bir eleştiri hiçbir sonuç yaratamaz. Bir kere suçluları caydırmaz. Yukarıda sıralanan suçları kimse üstüne alınmaz. Hatta yukarıdaki yazıyı suçlular bile alkışlayabilir. Çünkü bu yazı hem kendileri için “zararsızdır”, hem de ülkede eleştiri de varmış gibi bir izlenim yaratır. Böyle yazılar masum okurların demokrasimize güvenini sağlamlaştırır. Çünkü, yazar, görünürde düşünce özgürlüğünü sonuna dek kullanmakta, mert ve ödünsüz bir üslupla, tok sesle ve cesaretle konuşmaktadır. Ama bu yalnızca görünüşte böyledir. Gerçekte ise yazar, suçladığı insanların karşılık vermesinden korktuğu için onların isimlerini gizlemekte, korkaklığını hamasi lafların “yüksek perdesiyle” örtmektedir. Belirli bazı insanları kastetmekte, suçlamakta, ama isim vermekten yan çizmektedir.

Her zaman söylemişimdir: “İnsanları, ismimi ve isimlerini vermeden suçlayacak kadar alçak değilim”.

Evet, insanları, isimlerini vermeden suçlamak yalnız korkakça bir davranış değil, ama aynı zamanda alçaklıktır da. Çünkü bir insanı, ismini vermeden suçladığınızda, yalnızca o insanın kendini savunma hakkını, yani sizi yalanlama hakkını gaspetmiş olmuyor (bu korkaklıktır); ama aynı zamanda başka suçsuz insanların zan altında kalmasına da yol açmış oluyorsunuz (bu alçaklıktır).

Eleştiri konusunda artık yeni bir ahlak edinmemizin zamanı gelmiştir: İsim vermemenin, yani korkaklık ve alçaklığın, aristokratça bir yücelik ya da tenezzül etmeyen bir soyluluk gibi gösterilmesine; eleştirinin somut örnek ve isim vermeden, doğruluğu ve haklılığı kendinden menkul birtakım genellemelerle ifade edilmesine, artık tüm okurlar sert tepki vermelidir.

Bence tiyatromuzun en büyük sorunu, bu konuda söz alan herkesin söz birliği ederek dile getirdiği şu ekonomik sorunlar (sahne yok, atölye yok, ödenek yok, yayın yok, devlet desteği yok, seyirci yok, vb.) değildir. Bu sorunlar birer sebep değil, birer sonuçtur. Tiyatromuzun zaafiyetini gösteren yoklar listesindeki en çarpıcı ve en yaygın yoksunluğumuz "ne yaptığını bilen", yaptığının "hesabını verebilen", yani "tartışabilen", zeki, yetenekli ve dürüst insanların yokluğudur. Ya da ne yaptığını bilen, "tartışabilen", zeki, yetenekli ve dürüst insanlara tiyatro yapma olanağı tanınmaması, böylelerinin her platformda engellenmesidir. Bu ülkede yeteneksiz çoğunluk, yetenekli azınlığı, iktidara yaranarak edinilmiş "yetkilerin" gücüyle, engellenmektedir. Bu ülkede iktidarlar yeteneklerden korktuğu için, yetkileri her zaman yeteneksizlere bahşetmiştir. Bu ülkede yetenekliler yetkisiz, yetkililer yeteneksizdir. Bu kitaptaki yazılar bu hakikatin somut örnekleriyle doludur.

Ne yaptığını bilen, "tartışabilen", zeki, yetenekli ve dürüst insanların tiyatromuzda barındırılmadığının en açık kanıtı, tiyatromuzda "tartışmanın" olmamasıdır. (Tartışma derken, elbetteki, menfaat ya da iktidar çatışmalarını değil -onlar tiyatromuzda hep var olmuştur- ama estetik ve ahlak tartışmasını kastediyoruz.) Tartışmanın olmayışı, "hesap vermek" ya da "gerekçe göstermek" alışkanlığının bulunmayışı, ülkemizin yalnızca tiyatrosunda değil, tüm entelektüel yaşamında ve eskiden beri yaşanan bir sorundur. Öyle olmasaydı, Aziz Nesin, aşağıda aktardığımız sözleri telaffuz etmeye gerek duyar mıydı?

Aralık 1970 tarihli Varlık dergisinin 18. sayfasında, Emin Özdemir'in "Dergiler Arasında" başlıklı bir yazısı var. Bu yazıdan öğrendiğimize göre, Aziz Nesin, "Çiçu" adlı oyunuyla kazandığı Türk Dil Kurumu tiyatro ödülünü alırken yaptığı konuşmada, ödüllerle ilgili önemli bir öneride bulunmuş; yargıcılar kurulu üyelerinin yapıtlar için verdikleri "kazanma yada kazanmama raporlarının", "gerekçeleriyle" birlikte yayımlanmasını önermiş. Bunun çeşitli açılardan sağlayacağı yararları belirledikten sonra şunları söylemiş Aziz Nesin:

"Yargıcılar kurulu üyelerinin raporlarının yayınlanmasının en büyük yararı, sanırım, şudur: Biz ödüllendirmeye katılan yazarlar, yargıcılar kurulu üyeleri önünde onların yapıtlarımızı değerlendirmelerine razı olarak bir bakıma sınava girmiş sayılırız. Ama yapıtlarıyla sınava girenler yalnız yazarlar değildir. Yargıcılar kurulu üyeleri de, yapıtlar için verecekleri yargılarıyle sınava girmişler demektir, tarih önünde, edebiyat tarihi önünde sınava girmişlerdir. Yargı vermekle işleri bitmiyor. Doğru mu, yanlış mı, kimin doğru, kimin yanlış yargıda bulunduğu konusunda yargıcılar kurulunu da Türk Edebiyat Tarihi sınava çekecektir." (Varlık, Aralık 1970, sayfa 18.)

Aziz Nesin'in bu önerisinin kabul görmediğini, 1970 yılından bugüne dek yapılan uygulamalar kesinlikle kanıtlıyor. Bugüne dek, bu ülkede hiçbir ödül jürisi, neyi neden seçtiğini ve neyi neden seçmediğini açıklamak sorumluluğunu, yürekliliğini ve ihtiyacını duyan; uygulamalarına "gerekçe göstermeyi", bilimsel ve sanatsal bir görev ve onur sayan adamlardan oluşmamıştır. Bugüne dek ödül jürilerinde yer alan ve "red ve kabul" gerekçesini açıklamamayı içine sindirebilen herkesi, ama herkesi; Aziz Nesin'in o haklı, adil, mantıklı, insani, bilimsel ve "gerekli" önerisini benimsemedikleri için utanmaya davet ve hepsine lanet ediyorum. Bu ülkede bir "tartışma geleneğinin" oluşmasını önlemekte kendilerinin çok önemli katkıları olmuştur.

Bu ülkede, bırakın politikacıları, aydınlar bile tartışmaktan, seçimlerinin ve uygulamalarının hesabını vermekten hoşlanmıyorlar. Karar mekanizmasının herhangi bir yerinde bir mevki ya da bir yetki "kaptıklarında"; sanki karar ve uygulamaları kendiliğinden, otomatikman, bir "dokunulmazlık" ya da bir "tartışılmazlık" kazanmış gibi davranıyorlar. Göğsünü gere gere hesap verebilmeyi onur saymak yerine, kimsenin onlardan hesap soramayacağı iddiasıyla davranmayı onur sayıyorlar. "Ben yaptım, oldu" mantığıyla aklına esen her türlü saçmalığı yada alçaklığı yapıyor, estetik ya da ahlaksal zaafiyetler taşıyan uygulamaları hakkında, hiç kimseye gerekçe göstermeye "tenezzül etmiyorlar"(!). Bizim aydınlarımızda(!) aşağılık kompleksi, zeka yetersizliği, yeteneklere düşmanlık, hainlik ve beceriksizlik, nedense daima "aristokrak bir kibir" biçiminde tezahür ediyor.

Mart 1992'den bu yana "Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları" genel başlığı altında tiyatro eleştirileri yazmaktayım. Eleştiri yazılarımda, bu önsözün ilk paragrafında özetlediğim genel tabloyu doğrulayan ve kanıtlayan münferit olaylardan yola çıkarak ve "somut belge ve kanıtlara dayanarak" pek çok tiyatrocuya ve daima "isim vererek" ağır eleştiriler, daha doğrusu ağır "suçlamalar" yönelttim. Bildiğim ve gerçekliğinden emin olduğum bazı iğrenç rezilliklere ise, kanıt ya da tanık bulamadığım için (ki aramaktan vazgeçmiş değilim) isim vermeden değinmek yerine, hiç değinmemeyi tercih ettim. Kanıt yoksa konuşmadım.

İnsanlar, su başlarını tutmuş "yüksek zevatı" kızdıracak açıklamalar yapmayı menfaatlerine uygun bulmadıkları ya da "yukarıdakilerin" hışmındak korktukları için, kendilerinin uğradıkları haksızlıklar konusunda bile ancak "yazılmamak kaydıyla" ya da "adlarının gizlenmesi" şartıyla konuşuyorlar.

Oysa benim, tüm dostlarımın çok iyi bildiği, bir başka ilkem de şuydu: "'Aramızda kalsın" diye başlayan konuşmaları asla dinlemem."

Çünkü aramızda kalması demek, söyleneceklerin doğruluğunu test etmem mümkün olmayacak demekti. Test edemeyeceğim şeyleri dinlemektense, o şeyleri öğrenmemeyi ya da başka bir kaynaktan öğrenmeyi tercih ediyorum. (Bu tavrımın tanıklarından biri, Başar Sabuncu'dur.) Yazılmamak kaydıyla öğreneceğim bilgiyi öğrenmek istemiyordum. Bilgiyi, bilgi verenin adını gizleyerek yazmak ise, bu yazıların zaten ne amacı ne de üslubuyla bağdaşıyordu.

İnsanlar çoğu zaman ya "aramızda kalsın", ya da "adımı verme" kaydıyla konuşmak istediği için ve ben ilke olarak bu kayıt altında söylenecekleri dinlemeyi reddettiğim için; eleştiri yazılarımda, somut örnek olarak, başkalarının bildiklerinden ve yaşadıklarından çok, kendi bildiklerimi ve yaşadıklarımı aktarmak zorunda kaldım.

İnsanın kendinden söz etmesinin, hele kendini övmesinin ne kadar nahoş görüneceğini bilmiyor değilim. Yine de susmak yerine, kendimden söz etmek, hatta kendimi övüyor gibi görünmek tehlikesini -daha ilk yazımda belirttiğim üzere- "göze aldım".

Kendimi övüyor gibi görünmekten kaçınmak olanaksızdı: "THEOPE" adlı oyunumun başına gelenler, tiyatromuzun vahim durumunu kanıtlayan birer belgeydi. Durumun "vahametini" vurgulayan şey, "THEOPE"nin, başına gelenleri asla hak etmeyecek kadar yetkin bir oyun, "Türk dilinde yazılmış en iyi oyun" olmasıydı. "THEOPE"nin ne kadar yetkin bir oyun olduğunu, ne kadar net biçimde söylersem, Türk tiyatrosunu yönetenlerin "THEOPE"ye karşı tavırlarını o kadar net biçimde mahkum etmiş; Türk tiyatrosunu kimlerin ve nasıl yönettiğini, yönetenlerin tiyatroya ve bu ülkeye nasıl ihanet ettiğini, o kadar net biçimde, sergilemiş olacaktım. O nedenle, utangaç imalarla açıklamak yerine, "THEOPE" hakkında düşündüğüm şeyi, daha ilk yazımda, 1992'de Oğuz Atay'ın deyimiyle "açıkça, mertçe, Türkçe", yani netçe, söyledim: "THEOPE, Türk dilinde yazılmış en iyi oyundur" dedim. Bu yargımı, daha sonra yayımladığım "THEOPE" adlı kitabın önsözüne de aynı netlikte koydum. Böylelikle, Türk tiyatrosunun vandallarına iki şıktan birini dayatıyordum: Ya bu yargımı çürütmek durumundaydılar; ya da tiyatro tarihimize, Türk dilinde yazılmış en iyi oyunu, "fark etmeyen dangalaklar", veya "engelleyen alçaklar" olarak geçmeye razı olmak zorundaydılar. Hangi şıkkı tercih ettiklerini bu kitabın sayfalarında göreceksiniz. Tercihleri, durumun "vahametini" tartışılmaz bir netlikle kanıtlıyordu: Ülkemizde tiyatro bir sanat değil, bir "ekmek kapısıydı". İçinde yaşadığımız tiyatro ortamı, sanat yapmaya değil, belki ancak "çapkınlığa" elverişliydi; tiyatro insanlarımızın "ezici" çoğunluğu, ideallerini kaybetmiş sıradan "faniler" ya da "gizli işsizlerdi".

Ve bütün bunları, yüz yıl sonra doğacak akademik bir araştırmacı söylemiyordu. Bugün ve burada yaşayan, bu tiyatronun içinde ve bu tiyatrocular ortamında var olan, ve değerini hiç kimsenin reddedemediği "THEOPE" adlı oyunun da yazarı olan, birisi söylüyordu. Yani, yukarıda betimlenen tabloya "içeriden" karşı çıkan birisi; uyaran birisi, "vardı". Dostça "iğnelemelerle" başlayan uyarıların dozu, iğneler yetersiz kalınca giderek mecburen artmış, sonunda asfalt delen matkapların şiddetine ulaşmıştı. Yani o vahim tabloda yer alan bütün o alçaklıklar; bir "gafletin" eseri değildi; her türlü uyarı ve suçlamayı pişkinlikle karşılayarak, bile bile, "inatla", arsızca yürütülen bir "dalaletin" eseriydi. Bütün o alçaklıkları sürdürebilmek için o mahut şahısların muhtaç oldukları kudret, damarlarındaki alkollü kanda değil, kalın derilerini kaplayan nasır tabakasında gizliydi.

Peki "THEOPE"nin değeri konusunda hayale kapılıyor ya da yanılıyor olamaz mıyım? Bu soruyu yanıtlamak elbette ki, bana düşmezdi. Çünkü ben yanılıyorsam, yanıldığımı bilemezdim. Bilebilsem zaten yanılmazdım. O nedenle, eğer yanılıyorsam, birinin bana yanıldığımı göstermesi, haddimi bildirmesi gerekirdi. Bunu benim için değil, tiyatroseverler için, tiyatro sanatı ve tiyatro tarihi adına bir yanlışı düzeltmek için yapmalılardı. Ben, tiyatro tarihi ve tiyatro sanatı adına söz alıp, başkalarına yanıldıklarını nasıl "kanıtlıyor", hadlerini nasıl bildiriyorsam; birinin de bana yanıldığımı, aynen öyle, "kanıtlaması" gerekirdi. Bunu yapabilen biri çıkmadığına göre (ve "THEOPE", Türk tiyatrosunda "fanatikleri" bulunan biricik oyun olduğuna göre) "THEOPE"nin değeri konusunda hayale kapıldığımı ya da yanıldığımı düşünmem için -en azından şimdilik- herhangi bir neden yok.

Peki bu yazılarda eleştirdiğim kişiler eleştirilere karşı ne mi yaptılar?

Ya iktidarın onlara bağışladığı yetkileri aleyhime ve kötüye kullanarak, kapalı kapılar ardında, sinsi bir mesafeden intikam almaya çalıştılar (Ahmet Levendoğlu, Kenan Işık, Yücel Erten, vb); ya susarak, kamuoyunun körlüğüne, sağırlığına ve hafızasızlığına güvenmeyi, açıkladığım hakikatlerin unutulmasını güvenle beklemeyi tercih ettiler (Güngör Dilmen, Özdemir Nutku, Ayşın Candan, Metin And, vb); ya da, aynı tezgahtan çıkmış kurşun askerler gibi, birbirine tıpatıp benzeyen, çaresiz/esinsiz/beceriksiz cevap yazılarında, bana yönelik temelsiz/dayanıksız/ispatsız/mantıksız hakaretler sıralayarak, özetle, benim "deli", "meczup", "kuduz" veya "pisişik bir olgu" olduğumu öne sürdüler, ve "hezeyan" diye niteledikleri yazılarımı "ciddiye almayacaklarını" ve suçlamalarıma "cevap vermeyeceklerini" söylemekle yetindiler (Ahmet Levendoğlu, Tuncer Cücenoğlu, Kenan Işık, Tamer Levent, ve sonunda Yücel Erten).

Tabii ki, aslında benim "deli" veya "meczup" olmam bile, yazılarımda ortaya koyduğum somut delilleri yok etmeye ya da geçersiz kılmaya yetmezdi; iki kere iki dört kadar sağlam ve somut kanıtlar ortaya koyuyordum; ve bir deli bile söylese, iki kere ikinin dört ettiğini inanmazlık edemezdiniz. Yine de kabul ediyorum: Tiyatro tarihi, günün birinde, "THEOPE" yazarının "deli" veya "meczup" olduğunu saptarsa, bu kitaptaki yazılarda suçladığım herkes aklanmış olsun. Ama eğer ben onların dediği gibi "deli" veya "meczup" değilsem; kesinlikle bilinmelidir ki; onlar, benim dediğim gibi, alçak, hain ya da dangalaktırlar.

Bu kitaba onların yazılarını da, yani aleyhimde yazılan tüm yazıları da, hem de hiç kısaltmadan, tek kelime atmadan, eksiksiz olarak, dahil ettim. Çünkü onların aczini, çıplak bir gerçek olarak ortaya koymak için, bu yazılar vazgeçilmez bir malzeme oluşturuyor ve benim yazılarımdaki tezleri tartışılmaz bir inandırıcılıkla kanıtlıyordu. Onların yazılarını da, kendi yazılarımı da, kronolojik sırayla düzenledim. Zamanın yazdıklarımı nasıl haklı çıkardığı kolayca fark edilebilsin diye kronolojik sırayı önemsedim. Tüm yazıların başında ve sonunda hangi dergi ya da gazetede ve hangi tarihte yayınlandıklarını belirttim. Kendi yazılarımı, gerekli gördüğüm yerlerde (Not 1998) başlıklı ve koyu harfli açıklamalarla "güncelleştirdim". Onların yazılarına ise hiç dokunmadım.

Benim yazılarıma "maruz kalanlar" arasında, benimle "tartışmak" cüretini yalnızca bir tek kişi gösterebildi: Dört yıl gecikmeyle de olsa, kendisine yönelik suçlamalarımı kendi halince cevaplamaya çalışan(?) Yücel Erten. (Bakınız: "Ben Boncuk Dağıtanlardan Değilim")

Ama, bana karşı yazdığı ilk cevap yazısında bir sürü tehdit savurmasına ve "pusulamı kontrol etmemi" söylemesine ve kendisine ilişkin "yalan dolanlar yazdığım zaman onları bana yedireceğini" bildirmesine ve "insanları ürküttüğümü" belirterek kendisinin ürkmediğini ima etmesine rağmen; sevgili Yücel Erten, benden aldığı cevaptan (Bakınız: "Bir Politikacının Portresi: Yücel Erten") sonra, ne tehditlerini eyleme geçirmek becerisini, ne de susmak erdemini gösterebildi. Yazdığı o kısacık cevap yazısında bana "yalanlarımı yedirmek" yerine, hiçbir temele dayandırma gereğini duymadığı üç ben tane hakareti art arda dizerek, küfrede küfrede meydanı terk etti (Bakınız: "Coşkun Büktel'e Yanıt"). Havlu atarken bile kabadayılığı elden bırakmayan sevgili Yücel, meydanı terk etmeden önce, yazık ki, bütün diğerlerinin yaptığını yaparak, kuru kalabalığa katılmaktan kendini kurtaramadı: Yazdığı tehditlerin tümünü unutarak, bütün tükürdüklerini yalayarak, o da diğerleri gibi beni "ciddiye" almayacağını ve bana "bundan öte bir yanıt vermenin abesle iştigal olacağını" ilan etti.

Yani yazdıklarımı tartışmak cüretini gösteren biricik insan da, sonunda biricik olma vasfını terk edip, diğerlerinin kalabalığı arasına inmek, diğerleri gibi "sessizliğe" iltica etmek zorunda kaldı.

Öyleyse, bu kitaptaki Coşkun Büktel imzalı yazıların haklığının, o yazılara maruz kalanların "tümünün" sessizliğiyle onandığını rahatça öne sürebilirim. Yazılarım cevaplanmış olsa da, asla yalanlanamamıştır.

Sevgili okurlar!

Belge ve kanıtlarla ortaya konmuş suçlamaları, belge ve kanıtlarla yalanlamak yerine; aristokrat bir tavırla burnunu havaya kaldırarak "ciddiye almıyorum" diye yanıtlayan dangalaklara, yani hesap vermekten bucak bucak kaçanlara, eğer "sanatçı" dersek; tıkındığı lokantadan hesabı ödemeden kaçanlara "hırsız" demeye hakkımız olabilir mi?

"Tartışmak", "hesap vermek", "gerekçe göstermek" gibi soylu davranışlara zaten tarih boyunca itibar etmeyen ve her türlü alçaklığın normal (hatta "kahramanlık") sayıldığı bir kaosa doğru emin(!) adımlarla ilerleyen, sevgili toplumumuzda; kendini "dokunulmaz" sanan ve her türlü eleştiri, uyarı ve suçlamayı, yalnızca görkemli(!) bir "sessizlikle" yanıtlayan dangalaklara, seyirci kalmamız; ülkemizde ahlak kriterlerinin büsbütün alt üst olmasına "katkıda bulunmak", anlamına gelmez mi?

Belge ve kanıtlarla ortaya konmuş suçlamalar karşısında, suçlayanın "deli" olduğunu öne sürerek "susmak"; suçu örtbas etmeye çalışmak değil mi? Suçlayanın deli olduğunu, suçlamaları çatır çatır cevaplayarak ve suçlayanın kanıtlarını karşı kanıtlarla yalanlayarak ortaya koymak, gerekmez mi? "Konuşan Türkiye"(!)nin susan tiyatrosuna Coşkun Büktel'in yönelttiği suçlama ve kanıtlar, cevap vermeye değmez, entipüften şeyler mi? "Sessizlik" o yüzden mi? Yoksa belgeler, kanıtlar ve tanıklar karşısında sessizliğe yönelmek, suçları sabit olanların "mecburi istikameti" mi? Coşkun Büktel'in suçlama ve aşağılamaları, verilecek cevabı olan onurlu insanlar için yeni yutulur şeyler mi?

Bakın bakalım öyle mi!

Cihangir / İSTANBUL
...............Haziran 1998

Edebiyata türban takılmak isteniyor!...

AKP'li Ayşe Böhürler belgesel hazırlıyor, metin yazarlarının haberi yok!


Bütün ülkeye türban takmak isteyen AKP, şimdi de edebiyata türban takma çabasında. Türban takmaya razı olmayan edebiyatçılar, karşıt görüşlerini dile getiriyorlar. Takılmak istenen türbanın boyutunu algılamanız için soL gazetesinden aktarıyoruz:


Frankfurt'a AKP damgası!


Frankfurt Kitap Fuarı için hazırlattığı Türk Edebiyatı Belgeseli’yle Avrupa’daki vizyonunu parlatmayı hedefleyen AKP’nin hayalleri suya düşüyor. Belgeselin yazarlar listesinde adı geçen Tahsin Yücel, “böyle bir belgesel olduğunu bile bilmiyordum, bana soran olmadı” diyor.

soL (HABER MERKEZİ) “Orhun Yazıtları’ndan Nobel’e, Türk Edebiyatı” başlığıyla hazırlanan belgesel, bu yıl Türkiye’nin “konuk ülke” olarak katılacağı 60.Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nda ülke tanıtımında kullanılacak. Fuar hazırlıklarını sürdüren Kültür Bakanlığı’na bağlı Ulusal Yürütme Komitesi “bütün renkleriyle Türkiye” sloganına uygun olarak edebiyat dünyasının çeşitli şair ve yazarlarını, bir belgeselde bir araya getirme kararı aldı. Komitenin belgesel çekimlerini yaptırdığı ajansın arkasında yapımcı rolüyle AKP MKYK üyesi Ayşe Böhürler bulunuyor.

AKP’ye yakınlığıyla bilinen basın kuruluşlarındaki röportajında Böhürler, belgeselin amacını, “ben bir televizyon yapımcısıyım ve olaya biraz görsel yönden bakıyorum. Bu fuarı 300 bin kişi geziyor ve bu 300 bin kişi Türk edebiyatını tanıyacak. Bu tanıtıma tek tek yazarlar üstünden değil de edebiyatımızın bütün yönlerini bir film formatının elverdiği oranda tanıtacak bir proje çalışılması gerekliydi” sözleriyle açıklıyor.

Çekimler yetersiz kaldı

Böhürler, şu ana kadar Hilmi Yavuz, Elif Şafak, Vedat Türkali, Doğan Hızlan, Rasim Özdenören ve Ahmet Altan ile söyleşilerini gerçekleştirdiklerini ancak, Orhan Pamuk’tan randevu alamadıklarını söylüyor. “Yazarların çoğu yalnız, çok desteksiz ve kendi çabasında. Türkiye'de yazar olmak zor iş. Fikir emeği, düşünce emeği Türkiye'de çok da hak ettiği yerde değil” diyen Böhürler belgesele Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de görüşleriyle katılacağını anlatıyor. Böhürler çekimlerde Sepetçiler Kasrı, Malta Köşkü gibi tarihî mekanları kullandıklarını ve Anadolu'da çekim yapamamış olmaktan üzüntü duyduğunu da belirtiyor.

Siyasete ve eleştiriye izin yok

Ayşe Böhürler'in altını çizerek vurguladığı bir nokta da Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye’yi temsil eden hiçbir ismin siyasi çıkışına izin vermeyecekleri yönünde. “Siyasetin s'sinin bu belgesel içinde yer almasını istemem” diyen Böhürler, yalnızca edebiyatı yansıtacakları bir belgesel çekmekte olduklarını ifade ederek, eksikliklere ilişkin sorulara da, “bütçemiz bu kadardı” diye yanıt veriyor. “Eleştiriler gelebilir; fakat biz bunu bir tanıtım mantığıyla yapıyoruz” diyen Böhürler’in listesindeki bir isim, yapılan bütün açıklamaları ve AKP’nin “Avrupa’da tanıtım hayallerini” suya düşürüyor. AKP’nin “vizyon düzeltme operasyonu” olarak tanımlanan belgeselde yer alacağı duyurulan isimlerden Tahsin Yücel konudan haberi bile olmadığını söyledi.

Tahsin Yücel: Böyle bir belgesel mi var?

Ayşe Böhürler’in, Kültür Bakanlığı için hazırladıkları Türk Edebiyatı tanıtım belgeselinde ismi bulunan Tahsin Yücel’e konuyla ilgili görüşlerini sorduk. “Siz söyleyene kadar böyle bir belgeselden haberim bile yoktu” diyen Yücel, kendisini hiç kimsenin aramadığını, ancak gelecek günlerde aranması durumunda da böyle bir çalışmanın parçası olmayı kabul etmeyeceğini söyledi.

(Kaynak: soL)

Ayrıca bakınız:
AKP'yi protesto etmeyen, düzene karşı çıkamaz!
Behram da AKP'nin dümen suyuna girmedi!...
Birkaç soru ve yorumsuz aktarılan yazı...
Edebiyata türban takılmak isteniyor!...

Birkaç soru ve yorumsuz aktarılan yazı...

Tahsin Yücel ve Kaan Arslanoğlu da tepkilerini dile getirdi.


Günümüzde iki şık var; ya AKP'den yana yada AKP'ye karşı olmak!...

Günümüz politik durumu bizi zorluyor; ya ikiyüzlü yada yürekli olacağız!...

Günümüzün yakıcı sorusu şu; Düzenin dümen suyuna mı kapılmalı, akıntıya karşı kürek mi çekmeli?...

soL'dan aktarıyoruz:


Yazarlardan AKP protestosu


Leyla Erbil’in Frankfurt Kitap Fuarı davetini reddetmesinin ardından, Tahsin Yücel ve Kaan Arslanoğlu da benzer bir tepki verdi.

soL (HABER MERKEZİ) PEN Yazarlar Derneği üyelerinden yazar Leyla Erbil’in, “işine geldiğinde yazarları kullanarak kendine pay çıkaran AKP’yi ve onun Kültür Bakanını protesto ettim. Frankfurt Kitap Fuarı için yaptıkları daveti reddettim” şeklindeki açıklamasının ardından, Tahsin Yücel ve Kaan Arslanoğlu da kendilerine yapılan daveti reddederek AKP'yi protesto ettiler.

Yazar Tahsin Yücel, soL’a yaptığı açıklamada, Kültür Bakanlığı’ndan bir temsilcinin kendisini arayarak Ekim ayında düzenlenecek Frankfurt Kitap Fuarı’ndaki Okuma Günü’ne davet ettiğini, ancak katılmayacağını bildirdiğini söyledi. Yücel, Leyla Erbil ile aynı görüşlere sahip olduğunu, fuara Almanya’daki Unions Verlag (Yayınevleri Birliği) veya benzer bir kurumdan davet gelmesi halinde bunu değerlendirebileceğini, ancak böyle bir etkinliğe AKP aracılığıyla kesinlikle gitmeyeceğini belirtti.'

Liberal sol çevre sorumlu'

Yazar Kaan Arslanoğlu da fuar davetini reddeden yazarlar arasında yer aldı. Arslanoğlu, nedenine ilişkin sorumuza, “Leyla Erbil’e bu onurlu davranışı için saygılarımı sunuyorum, ben de fuara katılmama kararı aldım. Bu kararda, AKP ve kültür politikalarının gericiliğinden çok, bu tür organizasyonlar aracılığıyla AKP gericiliğini üreten ve destekleyen liberal sol çevrelerin payı var” dedi. Arslanoğlu, Kültür Bakanlığı’nın temsilcisine gerekçeyi, “TÜYAP Kitap Fuarı’na da katılmıyorum, buraya hiç katılmam” şeklinde açıkladığını belirtti. Arslanoğlu, edebiyat dünyasını ticarileştiren, piyasacılaştıran anlayışa karşı çıkarak, bu anlayışı üreten çevrelerde bulunmak istemediğini söyledi.

(Kaynak: soL)

Ayrıca bakınız:
AKP'yi protesto etmeyen, düzene karşı çıkamaz!
Behram da AKP'nin dümen suyuna girmedi!...
Birkaç soru ve yorumsuz aktarılan yazı...

Behram da AKP'nin dümen suyuna girmedi!...

Dinci parti AKP'nin kültür politikasına sos olmak istemeyen aydınlar, önerilen Frankfurt Kitap Fuarı kıyağına karşı tepki gösteriyorlar. Nihat Behram da bu aydınlardan biri. Tüm yaşamımızın göksel iradeye teslim edilmesi gerektiğinin politikasıyla meclisi işgal eden kültüre teslim olmayanlar, Nihat Behram gibi davranıp duyarlılık gösterirlerse, toplumsal ilişkiler daha çağcıl olur...

soL gazetesine verdiği demeçte, AKP faşizminin dümen suyuna girmeyeceğini dile getiren Nihat Behram diyor ki:


(...)

...bugünkü Kültür Bakanı (Ertuğrul Günay) ve ekibinin (Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı'nda)* Türkiye'yi temsil edecek olmasından derin üzüntü duyuyorum.

(...)


(Bakınız: soL)

*Parantezleri biz koyduk. (HB)

Ayrıca bakınız:
AKP'yi protesto etmeyen, düzene karşı çıkamaz!
Behram da AKP'nin dümen suyuna girmedi!...
Birkaç soru ve yorumsuz aktarılan yazı...

8 Temmuz 2008 Salı

Cihat Faruk Sevindik diyor ki...

Tiyatro; sansürcülere rağmen ayakta.

(Bakınız: Tiyatro Dünyası)

Yaşam Kaya'dan gece gelen e-posta...

Sanal alemin bir aldatmacası değilse, Yaşam Kaya'nın "Yasam Kaya yasam.kaya@gmail.com" adresini kullanarak bize yolladığı metni aşağıda yayımlıyoruz:


Yaşam KAYA İle İlgili Bir Takım Sitelerdeki Yalan Bilgiler İçin


Merhabalar.

Facebook ve Netlook adlı sitelerde adıma bir takım bilgiler oluşturulmuştur. Adıma oluşturulan bilgiler, isimler yalandır. Bu bilgilerle isimlerle hiçbir bağlantım bulunmamaktadır.

Konu ile ilgili gerekli hukuki işlemi başlatmış olup, bu durumu kamuoyu ile önemle paylaşırım.

Saygılarımla...
--
Yaşam KAYA
London İncident
Tiyatronline Editör
Tiyatro Gazetesi
Eğitimci, Tiyatro Eleştirmeni


(Not: Yukarıda yayımladığımız e-posta Yaşam Kaya tarafından bize yollanmışsa, Kaya'ya yapılan saldırıyı şiddetle kınıyoruz. Hilmi Bulunmaz)

İddialar doğruysa; Bilgin hemen istifa etmeli!...

Türkiye Cumhuriyeti Turizm ve Kültür Bakanlığı Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin


Devlet Tiyatroları, kurulduğundan bu yana, sürekli olarak tartışılacak işler yapan; halk yararını değil, adı üzerinde devletin çıkarlarını gözeten elit ve snop bir kurum. Halkın estetik bilincinin gelişmesi için değil; kendini beğenenlerin egolarını tatmin edip kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi için alnında görünmez ışıklar hisseden Devlet Tiyatroları yöneticilerinin şaibeli işler yaptığı, sürekli olarak gündeme geliyor. Aşağıdaki yazıda da aynı durum söz konusu. Ağır bir toplumsal suç işledikleri iddiasını içeren aşağıdaki yazının bir parçası bile doğruysa ve Lemi Bilgin'de bir gram insanlık duygusu kalmışsa, hemen istifa etmeli!!!

Gariban halkın verdiği vergilerle maaş alan Lemi Bilgin'in buyruğu altındaki insanlar, aşağıdaki yazıya konu olan uygunsuzluğu yapmışlarsa, iki elimiz yakalarında olacak: İstifa edene dek, Lemi Bilgin ve destekçilerini sürekli olarak gündemde tutacağız!!! (Hilmi Bulunmaz)


DEVLET KURUMU MU AİLE ŞİRKETİ Mİ?


Abdullah Abdülkadiroğlu
7 Temmuz 2008



Öyle bir devlet kurumu ki anneler, teyzeler, çocuklar, yeğenler… Bakın neler yaşanıyor neler.

Her ne kadar inkar etseler de Devlet Tiyatrolarındaki eş dost akraba çoluk çocuk yapılanması artık kabuğa sığmaz hale geldi. Neredeyse aile kurumuna dönüşen Devlet Tiyatrolarında yaşanan son skandal bu kadar da olmaz dedirtti. Genel Müdür Lemi Bilgin’i çok zor durumda bırakacak olay bir Başdramaturg’un çocukları ve yeğenleri yüzünden yaşandı.

Kurum içinde isyan çıkmasına sebep olan olayı kapatmak için adı geçen Başdramaturg emekliliğini istemek zorunda kaldı. İşte bir devlet kurumunun nasıl aile şirketine dönüştürüldüğünün acı ispatı olan olayın ayrıntıları:

Olaylar Devlet Tiyatrolarında Başdramaturg olarak görev yapan Firuzan Tercan’ın iki oğlu yüzünden başlıyor.

Firuzan Tercan’ın bir oğlu Mert Karabey “Odalar” adında bir oyun yazıyor.

Firuzan Tercan’ın bir oğlu daha var. İkinci oğul Muhammed Ulaş da ‘Sarı saçlar mavi gözler’ adında bir çocuk oyunu yazıyor. Hatta bu oyun İstanbul DT’de de sahneleniyor.

Bitti mi ? Hayır.

Devlet Tiyatroları adeta aile kurumuna döndü diye boşuna demiyoruz.

Bu kez de Firuzan Tercan’ın yeğenleri çıkıyor sahneye.

Yeğenler Gül Ebru Turna ve Boğaç Babür Turna; Mevlana’yı konu alan “Bersisa” adlı bir oyun yazıyor.

İşin en ilginç yanı da Devlet Tiyatrolarında oyunların baştan sona Başdramaturg’un bilgisi dahilinde olması.

Firuzan Tercan’ın oğulları ve yeğenlerinin yazdığı oyunlara onay verecek kişi de yine Firuzan Tercan’ın kendisi. Çünkü Başdramaturg o.

İşleyiş gereği dramaturglardan geçen oyun Başdramaturg’un kontrolünde Edebi Kurula sevk ediliyor. Başdramaturg da aynı zamanda Edebi Kurul’a giriyor.

Yani çocukların ve yeğenlerin yazdıkları oyuna onay verecek kişi bizzat Başdramaturg olan kendi anneleri.

Firuzan Tercan; bizzat kendisinin onay verdiği oyunlar Edebi Kurul’a geldiğinde enteresan bir şekilde toplantılardan çıkıyor. Tabii hiçbir şey gizli kalmıyor. Ve oyunlar edebi kuruldan onay aldıktan sonra bu kişilerin Firuzan Tercan’ın oğulları ve yeğenleri olduğu ortaya çıkıyor.

Sonra ortalık karışıyor. Kıyamet kopuyor. Kurum adeta birbirine giriyor. Olay Dramaturglar arasında krize neden oluyor.

İşte can alıcı soru.

Bir kişinin yazdığı oyunun oynanması yazara ne kazandırıyor?

Devlet Tiyatroları’nda oyunu oynanan yazar gişe gelirinden direkt % 40 alıyor. Kıyamet bunun için kopuyor. Tamamen duygusal yani.

Genel Müdür Lemi Bilgin, bunlardan haberi olmasına rağmen Firuzan Tercan’ın oğulları ve yeğenlerinin oyunlarına müdahale etmemekle suçlanıyor.

Skandalın büyümemesi ve kurum dışına sızmaması için hemen Firuzan Tercan’ın yeğenleri Edebi Kurul’a dilekçe veriyor ve ‘teyzemizi yıpratmak istemiyoruz’ diyerek oyunlarını geri çekiyor.

Fakat tiyatrodaki rahatsızlık dinmeyince geriye tek bir çare kalıyor. Olayın, zaten soruşturmalardan başı dertte olan idareyi etkilememesi için Firuzan Tercan 15 Ağustos’tan geçerli olmak üzere emeklilik dilekçesi veriyor, rapor alıp kurumdan ayrılıyor.

Özellikle kurumdaki dramaturgların ayağa kalktığı olay bu şekilde bastırılıyor ve Firuzan Tercan’ın emekli edilmesiyle kapatılıyor.

Baştan itibaren Firuzan Tercan’ın oğulları ve yeğenleriyle ilgili durumu bilmesine rağmen müdahale etmeyen Genel Müdür Lemi Bilgin bu sebeple çok zor günler geçiriyor.

Bu olay Devlet Tiyatrosunu karıştırdığı gibi tiyatroyu temsil eden sivil toplum örgütlerinde de gündeme geldi. Fakat şarap partilerinde tiyatronun sorunlarını çözmeye çalışan ve hükümeti devirme organizasyonlarında başı çeken DETİS ve TOBAV’dan konuyla ilgili çıt çıkmadı.

Sürekli Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a görevlerini hatırlatan bildiriler yayınlayan DETİS ve TOBAV nedense tiyatroda yaşanan ve dramaturgları ayağa kaldıran bu olayı görmezden gelmeyi tercih etti.

Geçen hafta Devlet Tiyatrolarında usta bir rejisör olan Ensar Kılıç iki tane memurun saldırısına uğradı. Genel müdürün iki bürokratının bu çirkinliğe imza atması karşısında nedense ne TOBAV’dan ne de DETİS’ten çıt çıkmadı.

Ama aynı TOBAV Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınan şahıslarla ilgili protesto bildirisi yayınladı ve hükümeti yaylım ateşine tuttu.

Asli görevlerinin hükümete muhalefet mi yoksa Devlet Tiyatrosu sanatçılarının haklarını savunmak mı olduğu şaibeli hale gelen bu sivil toplum örgütlerinin neye hizmet ettiği sorgulanır hale geldi.

(Kaynak: samanyoluhaber.com)

Anlamsız sitede anlamlı yazı!...

Yaşam cahili, tiyatro cahili Yaşam Kaya (Bakınız: Büktel, "Yaşam Kaya, 'İngiltere basınında yazan ilk Türk tiyatro eleştirmeni' olmakla övünüyor") tarafından yönetilen(!) tiyatronline.com sitesinde, çok seyrek de olsa anlamlı yazılar yayımlanıyor. Habibe Merih Atalay'ın makalesi de bu anlamlı yazılardan biri. Tadımlık sunup link veriyoruz:


Habibe Merih Atalay
8 Temmuz 2008


(...)

Reklamlarla; yine sanatın tuzağıyla tabii, çünkü reklam da bir tür film içerir, fotoğraf içerir, grafik içerir, müzik içerir, oyunculuk ve yaratıcılık içerir, reji içerir vs.; zamanın albenili, pusatlı kuşatmalarıyla dünyayı hedef almış o her türden reklamlarla, yaşamı bir 'nikotin cehen-netine* çeviren insanoğlu, bugün, birden titredi ve kendine geldi. Bunca yılların bağımlılık tortusunu, bir beyin tümörü cerrahisiyle, neşterle kesiverecek ve tıp diye kesip işin içinden sıyrılıverecekmiş sanıyor ki, bunun 'En İyi-En kolay- En Kestirme' yolunun da, zaten yukarıda da belirttiğim gibi, gerçekten parmakla sayılacak denli az sayıda olan sanatlı ya da sanatsız filmlerimizdeki sigaralı sahneleri sansürlemekten geçtiğinin çocuksu bir yanılsaması içinde.

(...)

(Bakınız: tiyatronline)

Halk, kültürüne sahip çıkıyor...

İKSV gibi büyük burjuva kurumlarının oluşturduğu Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'ne tapan medyanın yanında, bir de halkın düzenlediği festivalleri duyuran ilerici yayınlar var. atılım gazetesi Gülsuyu Kültür Festivali'ne özel önem veriyor:


Gülsuyu'nda kültür festivali 12-13 Temmuz'da

KARTAL (08.07.2008) - Gülsuyu Sanat ve Hayat Kültür Festivali'nin ikincisi, 12-13 Temmuz tarihlerinde gerçekleştirilecek. “Yıkımlara karşı mahallene, yozlaşmaya karşı kültürüne sahip çık” şiarıyla yapılan festivalin bu yılki programı yine dolu dolu.

(Bakınız: atılım)

Televizyonlaştırılmış yaşamların medyası...

Siz, televizyonlaştırılmış yaşama eklemlenen biriyseniz, medya ne yapar eder, mutlaka sizden bahseder. Zaten medya da televizyonlaştırılmış haldedir. Uzun yıllar televizyondan ayrı kalsanız bile, dağıtılan Sovyetler'in küllerinden doğan kapitalizme limanlık eden Odessa'da şirket sahibi de olsanız, medya sizi bulur ve sizden kitipiyoz bir haber imal eder...

Milliyet'den aktarıyoruz:



'Bizimkiler' dizisinin Ali'si evlendi
AA


Bir dönem ekranlarda ilgiyle izlenen "Bizimkiler" televizyon dizisinin "Ali" karakteri Atılay Uluışık evlendi.

TRT ekranlarında 1988’den itibaren 15 yıl süreyle aralıksız seyirciyle buluşan dizide, evin oğlu Ali’yi canlandıran Uluışık, hayatını Ankaralı İpek Aydın ile birleştirdi.

Diziye başladığında 10 yaşında olan ve Ukrayna’nın Odessa kentinde kurduğu şirketle 4 yıl önce ticarete atılan Uluışık’ın Kuruçeşme Kafes Garden’daki nikahında, ağabeyi Çağatay Uluışık ile İpek Aydın’ın ağabeyi Doruk Aydın tanık oldu.

(Kaynak: Milliyet)

AKP'yi protesto etmeyen, düzene karşı çıkamaz!

Bulunmaz Tiyatro'nun kurucusu Hilmi Bulunmaz da devletin dayatmalarına karşı çıkıp yıllarca tiyatronun kıyısında yaşamayı göze aldı. Hem de canından çok sevdiği tiyatronun... Çünkü kendisine ve sahibi olduğu Bulunmaz Tiyatro'ya dayatılmıştı; ya Kültür Bakanlığı çanağı yalayacak, Efes Pilsen tezgahtarlığı yapacak, etliye sütlüye dokunmayan oyunlar sahneleyecek yada Kültür Bakanlığı çanağını kıracak, Efes Pilsen şişesini parçalayacak, hem etliye hem de sütlüye dokunacaktı. Bu direncinin keyfi karşılığı; Bulunmaz Kültür Merkezi'nin baskına uğraması, basılması, mühürlenmesi; kendisinin ve izleyicilerinin gözaltına alınarak psikolojik işkencelerden geçirilmesiydi. Bunun yanı sıra, düzenin çanağını yalayan medya tarafından dışlanmasıydı. Hilmi Bulunmaz, "Hayat politikayla tiyatroyu birbirinden ayrı tutmaz." anlayışıyla hareket edip; tüm baskılara ve bu baskıların oluşturduğu açlığa, ailesiyle birlikte uzun yıllar dayandı. Şimdi dilediğini yazabiliyor. Bu bağlamda, soL gazetesinde yayımlanan Leyla Erbil protestosunu, en iyi anlayanlardan biri. Bu protestoyu destekliyor ve dinci faşizme karşı savaşım verilmesini yineliyor...

Leyla Erbil'in soL'da yayımlanan protestosunu okuyunuz:


Yazar Leyla Erbil AKP'yi protesto etti


(...)

"Yazarlar taraflarını seçerler; yazmayı, sanatı bırakabilirler bile. Hayat politikayla edebiyatı birbirinden ayrı tutmaz. Bugün, rejim değiştiriliyor, gelense ne halk devrimi, ne sosyalizm, ne demokrasi, ne şu ne bu; sadece ortaçağ kafası” diyen Erbil’in protestosuna edebiyat dünyasının nasıl tepki vereceği merak ediliyor.

(...)

(Bakınız: soL)

Ayrıca bakınız:
AKP'yi protesto etmeyen, düzene karşı çıkamaz!
Behram da AKP'nin dümen suyuna girmedi!...
Birkaç soru ve yorumsuz aktarılan yazı...

Televizyonlaştırılmışlardan mısınız?...

Türkiye'deki profesyonel tiyatroların hemen hemen tamamı, televizyonlaştırılmış ruhla oyun sahneliyor. Televizyonun banallığından ve yabanıllığından yararlanarak, halka karşıt oyunlarla sahneleri dolduran oyuncular, estetik bilincin örselenmesini hızlandırıyorlar...

Kurtlar Vadisi seanslarında ruhlarını faşizanlaştıranlar, sahnelere çıkıp arınarak, sözde doğru işler yaptıklarını sanıyorlar. Kurtlar Vadisi gibi faşizan estetiği geliştiren bir dizide oyunculuk yapan Can Gürzap'ın da içinde bulunduğu televizyonlaştırılmış "Gönül Hırsızı" oyunuyla sadece kendi gönüllerini eğlendiriyorlar...

Konuyla ilgili haberi Milliyet'ten aktarıyoruz:


Gönülleri çalan komik hırsız

Can Gürzap, Nilgün Belgün, İlkay Saran, Melda Gür, Levent Ulukut, Ahsen Ever ve Tuğçe Doras’ın rol aldığı “Gönül Hırsızı” yarın saat 21.15’te Enka Açıkhava Tiyatrosu’nda.

François’nın ilk karısı Betty ve şimdiki karısı Catherine, onun için sürpriz bir doğum günü hazırlamaktadırlar. Ancak, François’in metresi Barbara’nın eve gelmesiyle, François’nın bugün onlardan genç ve güzel bir kızla birlikte olacağının anlaşılması asıl sürpriz olur. Bu noktada François için kabus başlar ve komik olayların ardı arkası hiç kesilmez. Temposu hiç düşmeyen bu oyunda gülmekten kırılacaksınız. Bilet fiyatı: 23,50 YTL

(Kaynak: Milliyet)

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Bu bir Burak Caney (tiyatrooyun.org) filmidir!


Burak Caney'in hazırladığı video from Cemal Bulunmaz on Vimeo.
Güncelleme (6 Temmuz 2008):
Yukarıdaki videoya benzer çirkinliklerle bize saldıranları, Ahmet Ertuğrul Timur, uzun zamandır desteklemiyor. (Bakınız:
Ahmet Ertuğrul Timur yazıyor...) Mustafa Demirkanlı da desteklemiyormuş izlenimi vermeye çalışıyor!...

Yukarıdaki video, bizim tarafımızdan üretilmedi. "Beyaz Cephe" militanı sanal faşist Burak Caney (tiyatrooyun.org) tarafından üretildi. Hiçbir mizahi yanı bulunmayan bu video, tamamıyla Coşkun Büktel ve Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal kişiliğini yaralamak için üretilmiştir. Yukarıdaki gibi onlarca video üretip yayınlayan Burak Caney (tiyatrooyun.org) piçi, durum aleyhine işlemeye başlayınca, tüm videoları yayından kaldırdı. Ne var ki, biz kopyaladığımız için, gereksinme duydukça yayımlıyoruz. Büktel ve Bulunmaz'ın sanatsal kişiliğini rencide etmek için üretilen bu pespaye videoyu izledikten sonra, Yalan Makinesi Demirkanlı ve Sansür Makinesi A. Ertuğrul Timur'un (nam-ı diğer 3. Abdülhamid), nasıl bir alçağı desteklediklerini daha net görebilirsiniz. Buradan bir kez daha yineliyoruz: Burak Caney'i ve Burak Caney'in hela kapısı gibi çift "oo"lu (tiyatrooyun.org) sitesini bu saniyeden sonra kim desteklerse orospu çocuğudur!...

Ayrıca bakınız:
HESAP SORUYORUZ! / 1
HESAP SORUYORUZ! / 2
HESAP SORUYORUZ! / 3
HESAP SORUYORUZ! / 4
HESAP SORUYORUZ! / 5
HESAP SORUYORUZ! / 6
HESAP SORUYORUZ! / 7
HESAP SORUYORUZ! / 8
HESAP SORUYORUZ! / 9
HESAP SORUYORUZ! / 10
HESAP SORUYORUZ! / 11
HESAP SORUYORUZ! / 12
Büktel, "İftirayı nasıl itiraf ettirdik"
Bulunmaz, "Bir iftiranın bataklık anatomisi!"
"Tokat gibi açıklamalar"
"Burak Caney "fotoğraf" sergisi!... / "Seçme eserler"
"Burak Caney "fotoğraf" sergisi!... / 1"
"Burak Caney "fotoğraf" sergisi!... / 2"
"Burak Caney "fotoğraf" sergisi!... / 3"
"Burak Caney "fotoğraf" sergisi!... / 4"
"Burak Caney "fotoğraf" sergisi!... / 5"
"Burak Caney "fotoğraf" sergisi!... / 6"
"Burak Caney "fotoğraf" sergisi!... / 7"
"Burak Caney "fotoğraf" sergisi!... / 8"
"Burak Caney "fotoğraf" sergisi!... / 9"
"Burak Caney "fotoğraf" sergisi!... / 10"
Burak Caney "fotoğraf" sergisi!... / 11