8 Ekim 2007 Pazartesi

Chaplin oyunculuk öğretiyor...


Yaptıklarıyla, dünyanın değişmesine neden olan Charlie Chaplin, bıraktılarıyla da, dünyanın değişmesine katkıda bulunuyor...

Yoksun, yoksul bir insan olarak dünyaya gelen Chaplin, hem kendini varsıllaştırdı ve hem de toplumun düşünsel evrenini varsıllaştırdı...

Hiçbir zaman unutulmayacak olan Charlie, yazdığı yaşamöyküsüyle de bizlere seslenmeyi sürdürüyor...


Tiyatroda Shakespeare'den hoşlanır gibi yapmam mümkün değil. Onun oyunlarında hoşuma gitmeyen canlı bir oyunculuk söz konusuydu ve ben buna hiç ilgi duymuyordum. Kendimi aşırı özenle hazırlanmış bir söylevi dinler gibi duyumsuyordum.

Sevgili Puck'um yanıma gel, hatırlarsın
Deniz kenarındaki bir burunda oturup,
Ve yunusun sırtındaki deniz kızının,
Tatlı ve uyumlu soluğunu duyduğumdan beri,
Azgın deniz onun şarkısı karşısında yatışacak,
Ve bazı yıldızlar coşkuyla parıldayarak,
Deniz kızının ezgilerini dinlemeye geldiler.

Bu belki çok güzel olabilirdi ama ne var ki, ben tiyatroda bu tür bir şiirsellikten hoşlanmıyordum. Ayrıca kralları, kraliçeleri, azizleri içeren Shakespeare'in temalarını da hiç sevmiyordum. Belki de böylesi bir tepkiyi psikolojik nedenden yada benim şu garip solipsizmimden ötürü gösteriyordum. Ekmek ve peynir peşinden koşarak geçen hayatımda böylesi ünvanlara ve şereflere pek yer yoktu. Kendimi bir prensin sorunlarıyla özdeşleştiremem. Hamlet'in annesi saraydaki herkesle yatabilir ve ben bunun Hamlet'e olan etkisi karşısında hala hiçbir şey hissetmeyebilirim.

Bir oyunun sahnelenmesine ilişkin tercihim geleneksel tiyatro kalıpları içerisindedir yani perdenin kalkmasıyla birlikte izleyicilerin kendilerini gerçek bir dünyada bulmalarından yanayım. Sahnenin, perdenin açılıp kapanmasıyla bağlantılı olmasını isterim. Perde açılmadan sahneye çıkıp sütuna yaslanarak oyuna izleyicileri de katmak isteyerek konunun özetini anlatan yapıtlardan hiç hoşlanmam. Bu bilgi verici olmasına rağmen tiyatronun büyüsünü yok eder.

Sahne dekorlarında yalnızca gerçeği yansıtan çalışmaları yeğlerim. Eğer söz konusu olan oyun gündelik hayatı yansıtan çağdaş bir yapıtsa dekorun geometrik biçimde olmasını istemem. Bu tür dekorlar sahnede olup bitene yürekten inanmamı engeller.

Bazı yönetmenler sanatçıyla oyunu arka plana alıp kendilerini öne çıkarmaktan yanadırlar. Ve oyuna sürekli karışıp dururlar. Sonra da kendilerinden geçerek coşkuyla şöyle bağırırlar: "Artık her şeyi senin duyarlılığına ve düşgücüne bırakıyoruz!" Bir keresinde Laurenc Oliver'ın bir dernek yararına üstünde sahne kostümü olmadan III. Richard'dan parçalar okuduğu geceyi hatırlıyorum. Sahnede olağanüstü olmakla birlikte beyaz kravatı ve smokiniyle garip gelmeşti bana.

Biri oyunculuğun rahatlatıcı bir duygu olduğunu söylemişti. Elbette bu tüm sanat dalları için geçerli olan ana ilkedir ama özellikle bir aktörün kendini sınırlaması ve kendini tutması gerekmektedir. Sahne istediği kadar çılgınlık ve coşkuyla dolu olsun aktör soğukkanlılığını korumalı ve duygularının yükselişiyle düşüşünü denetim altında tutmalı, izleyicilere sunduğu kişiliği ise heyecanlı ve denetimli olmalıdır. Bunu bir aktör yalnızca disiplinli bir gevşemeyle sağlayabilir. İnsan nasıl gevşer? Bu çok güçtür. Yöntemim oldukça kişisel sayılabilir: Sahneye çıkmadan önce her zaman aşırı sinirli ve heyecanlı olurum ve bu yoğun duygulardan öylesine yorulurum ki, artık sahneye çıktığımda gevşemiş ve rahatlamış olurum.

Oyunculuğun öğretilebileceğine inanmıyorum. Akıllı ve zeki kişilerin bunu başaramadığına öte yandan aptal diye nitelediklerimizin başarılı olduğuna tanık olmuşumdur defalarca. Charles Lamb'ın bir arkadaşı, yük arabası yapımcısı kuzenini para yüzünden zehirleyerek öldürmüştü. Bunu da büyük bir soğukkanlılıkla yapmıştı. İstediği kadar zeki biri olsun duyguları körelmiş bir insanın iyi bir aktör olamayacağının somut bir örneğidir bu.

Duygulardan arınmış bir akıl suçluların tipik özelliğidir. Öte yandan akıldan arınmış duygu silsilesi ise zararsız aptallığın tipik bir örneğidir. Ama akıl ve duygular kusursuz bir denge oluşturduklarında ise kusursuz bir aktör ortaya çıkar.

Başarılı bir aktör için temel gereksinme kendi oyunculuğundan hoşnut olmasıdır. Elbette bunu narsist anlamda söylemiyorum. Sıklıkla bir aktörün şöyle dediğine tanık olmuştum: "Şu rolü oynamayı ne kadar da çok istiyorum." Bundan, o rolde kendisini seveceği anlamı çıkar. Bu belki biraz ben merkezci olur ama büyük aktörler genellikle kendi yetenekleriyle ilgilenirler. The Bells'deki Irving, Svengali'deki Tree, A Cigarette Maker's Romance'daki Martin Harvey, bunların üçü de son derece sıradan ve basit oyunlardır ama o oranda da çok güzel rollerdir. Tiyatroya büyük bir sevgiyle bağlı olmak yeterli değildir; kişinin kendisine inanması ve kendini sevmesi de gerekmektedir.

Oyunculuk okullarındaki yöntemler çok az şey biliyorum. Anladığım kadarıyla oradaki eğitim kişiliğin geliştirilmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Ama bazen bu bazı sanatçılarda tersine de olabilir. Tanımlanması olası olmayan kişilik bir gösteri aracılığıyla parıldar ve ortaya çıkar. Örneğin Stanislavski'nin geliştirdiği yöntemde kişinin "içindeki gerçeğe" inanması gerekiyordu. bundan ben "oynamak" yerine "olmak" kavramını çıkarıyorum. Yani canlandırılan kişinin kimliğine bürünmek. Bu, başkasının duygularını anlayabilmeyi gerektirir, olayları duyumsamaktır burada söz konusun olan. Bir başka deyişle, kişi bir aslan ya da bir kartal gibi olmanın ne tür bir duygu olduğunu duyumsamalıdır. Ayrıca canlandırdığı kişin ruhunu, iç dünyasını içgüdüsel olarak sezinleyebilmeli, bu kişinin tüm koşullarda tepkisinin ne olacağını anlayabilmelidir. Oyunculuğun bu bölümü öğretilemez.

Hayatımın Hikayesi / sf. 233-236