9 Temmuz 2008 Çarşamba

Coşkun Büktel neden susturulmak isteniyor?...

Türkiye tiyatrosunun çürüdüğünü birileri ortaya koymalıydı. Coşkun Büktel, bu çürümüşlüğü, işin kolayına kaçmadan; kanıtları, belgeleri, tanıklarıyla ortaya koydu. 550 sayfalık bir kitapla durumu saptayan Büktel, çürümüş tiyatroyu algılamak isteyenlerce okunup gönendiriliyor. Tiyatroyu ciddiye alıp, tiyatronun bir sanat olması gerektiğini duyumsayan okurlar, Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları kitabını, bir kez değil, defalarca okuyor. "Bitmeyen kitap" diye nitelediğimiz bu kitap, tiyatroyla iştigal edenlerce mutlaka okunmalı...

Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları okundukça, gerçekler hızla gün yüzüne çıkıyor. Bu kitap okununca, tiyatral iktidarın, siyasal iktidara yaslanmanın ötesinde, hiçbir kıymet-i harbiye içermediği anlaşılıyor...

Türkiye tiyatrosunun çürümüşlüğünü bir bütün halinde anlatıyor Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları. Çürümüşlüğün, sadece oyunlarla sınırlı kalmadığını, oyunların dışında, daha önemli ayak oyunlarının olduğunu anlatıyor bu kitap. Türkiye tiyatrosunun tüm organlarının çürümesiyle birlikte ve buna bağlı olarak, tiyatro eleştirmenliğinin de hızla çürüdüğünü anlatıyor. Çürümüş ve bir ceset haline gelmiş Türkiye tiyatrosunu; çürümemiş, bir ceset haline gelmemiş gibi gösteren eleştirmenlerin, çürümeyi gizlemek isterlerken, bu çürümeyi şimşek hızıyla arttırdıklarını anlatıyor kitap. Türkiye tiyatrosunun estetik bilinçle donanması için savaşım veren Büktel, "vıdı vıdı" yapan yüzeysel eleştirmenler gibi davranmayıp, bilimsel yöntemlerle, Türkiye tiyatrosu kadavrasını inceleme altına alıyor.Kitabın önsüzünün ilk paragrafında, durumun anlaşılması için, bilerek, kendisi de "vıdı vıdı" yapan Büktel, kalan 8 sayfalık önsöz bölümünde, "vıdı vıdı"nın anlamsızlığı ve zararlarını irdeliyor. ..

"Theope" adlı bir oyun yazarak, Türkiye tiyatrosunun estetik çıtasını yükselten Büktel, oyun yazmanın ötesine geçip, düşünsel zenginlik içeren lojistik kitaplar yazdıkça, susturulmak isteniyor. Türkiye tiyatrosundaki muhalefetin bile, tiyatral iktidarın dümen suyunda gittiği ülkemizde, Büktel'in "önemsenmemesi" önemli bir ölçüt. Türkiye tiyatrosunun çürüdüğü bir süreçte, tiyatro esnafından başka türlüsü de beklenemez. Ancak, iktidarın taklitçisi olmayan muhalif tiyatrocular, Büktel'in yapıtlarına "sahip çıkıyor"...

Özellikle Internet'in yaygın kullanımıyla birlikte site kurup gerçekleri okura; daha kolay yansıtabilme özgürlüğü kazanan Büktel, bu kez de, sanal canavarların "saldırısıyla" karşı karşıya kaldı, kalıyor, kalacak!... Bunu da son derecede doğal buluyoruz. İftirası CD'yle saptanmış, "en büyük tiyatro esnafı" Özdemir Nutku'un ardılı olarak gördüğümüz kişi yada kişiler tarafından susturulmak istenen Büktel, gerçekleri dile getirdiği için, tarih sayfalarına "haklı adam" sıfatıyla gireceğinden, Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları da sonsuza dek soluk almayı becerebilecek...

Aşağıdaki ÖNSÖZ'ü okuduktan sonra, kitabı almanızı salık veririz... (HB)


ÖNSÖZ
ya da
“KONUŞAN TÜRKİYE”(!)NİN SUSAN TİYATROSU


Coşkun Büktel
Eylül 1998


Tiyatromuzun sahip olduğu maddi imkanlar, tiyatromuzu yönetenlerin yandaşlarına peşkeş çekildiğinden, Türkiye’de tiyatro, toplumun taleplerine cevap vermek yerine, yalnızca bazı menfaat çevrelerinin taleplerine cevap veriyor. Arpalık olarak kullanılıyor. Konservatuarlara yetenekli öğrenciler yerine “torpillilerin” alındığı artık konservatuar hocalarının açıklamalarıyla kesinlik kazanıyor. Makam ve yetkiler, yeteneksizlere dağıtılıyor. Yetenekler harcanıyor. Yeteneksiz yetkililer, yetkisiz yeteneklileri aforoz ediyor. Yetenek, cüzam gibi korkulan marjinal bir tehlike oluyor. Vasatlığın menfaati ve devamı uğruna yetenekli azınlığa tüm kapılar kapanıyor, asla geçit verilmiyor. Halkımıza yaratıcı yazarların iyi oyunlarını sunarak Türkiye’de tiyatro yazarlığının “gelişmesini” desteklemeye (maaşlarını almalarını sağlayan tüzükler uyarınca) “mecbur” olan ödenekli tiyatro yöneticileri, halkımıza yalnızca “hatırlı” yazarların sevimsiz müsamerelerini sunuyor. Yerli oyun repertuarlarına yalnızca o sevimsiz müsamereler alınıyor. Yetenekli yazarlar, ölmedikçe asla kabul görmüyor. Devlet ya da banka yayınevlerinde danışmanlık ya da editörlük “kapabilmiş” insanlar, yayın listelerine, yalnızca ahbap çavuş oldukları yeteneksiz yazarların o sevimsiz müsamerelerini dahil ediyor. Bu nedenle yayınevleri oyun basmak konusunda yalnızca “acı tecrübeler” yaşıyor ve birkaç tecrübeden sonra oyun basmaktan vazgeçiyor. Eleştirmenler, eleştirmiyor. Gördükleri her banalliğe ya seyirci kalıyor, ya da banalliği alkışlıyorlar. Ya akılları daha ötesine vermiyor ya da vasat çoğunluğun egemen olduğu tiyatro çevrelerinden dışlanmamak için yazıları eleştiri değil vasat çoğunluğa ödenen birer “rüşvet” oluyor. Gazete ve dergi yöneticileri de, reklam potansiyeli ve etkin çevresi bulunan tanınmış tiyatro kurumları ve tiyatro kişilerinin gözetilmesinde ve vasatın idamesinde ideolojik menfaat gördüklerinden, eleştiren eleştiriler yerine, eleştirmeyen eleştirileri tercih ediyor. Dostlar alışverişte görsün diye düzenledikleri sanat sayfalarına yalnızca eleştirmeyen eleştirmenlerin sade suya tirit yazılarını buyur ediyor. Kişilikli eleştiri en radikal, en demokrat gazetelerde bile yer bulamıyor. Tiyatromuzda gerçek eleştiri olmadığından gerçek alkış da olmuyor. Her oyun nasılsa alkışlanıyor. Başarı heyecanı kalmıyor. Sanatçılar memurlaşıyor. Sanatçı kimliği yürekte değil, cüzdanda taşınan bir şey oluyor. Tiyatroya bir sanat olarak değil, bir “ekmek kapısı” olarak bakılıyor. “Memur sanatçı” sıfatını beğenmeyerek “Ben memur sanatçı değil, sanatçıyım” diyen insanlardan pek çoğunun, aslında “memur sanatçı” değil, “memur” oldukları görülüyor. Devlet, memur sanatçıları maaşla ya da sürgün tehditleriyle; diğerlerini ise ödenekle, destekle ya da vaatle susturabildiği için, yolsuzluklar açıklanamıyor/kınanamıyor. “Konuşan Türkiye”(!)de tiyatro susuyor. Ülkemizde tiyatro sanatına bizzat tiyatrocular ihanet ediyor. Demek ki, susma hakkının kutsal olmadığı günler yaşıyoruz. Konuşmak için vicdani mecburiyetimiz var.

Yukarıdaki gibi sadece “laftan” ibaret “hamasi” eleştiri tarzını hiç sevmiyorum. Bir sürü iddia ve suçlama!.. Ama bir tek kanıt, belge, isim ya da tanık yok. Evet, ben, yukarıda gerçekten de Türk tiyatrosunun genel bir tablosunu çizdim. Üstelik bu tabloyu ülkemizdeki başka hiçbir eleştirmenin cesaret edemediği kadar net ve ödünsüz cümlelerle betimledim. Yukarıda çizdiğim tablonun gerçekliğine ve söylediğim her cümleye inanıyorum. Ama başka insanlar, sırf ben söylüyorum diye yukarıdaki laflara neden inanmak zorunda olsun?

Kaldı ki, inansalar bile, yukarıdaki laflardan ibaret bir eleştiri hiçbir sonuç yaratamaz. Bir kere suçluları caydırmaz. Yukarıda sıralanan suçları kimse üstüne alınmaz. Hatta yukarıdaki yazıyı suçlular bile alkışlayabilir. Çünkü bu yazı hem kendileri için “zararsızdır”, hem de ülkede eleştiri de varmış gibi bir izlenim yaratır. Böyle yazılar masum okurların demokrasimize güvenini sağlamlaştırır. Çünkü, yazar, görünürde düşünce özgürlüğünü sonuna dek kullanmakta, mert ve ödünsüz bir üslupla, tok sesle ve cesaretle konuşmaktadır. Ama bu yalnızca görünüşte böyledir. Gerçekte ise yazar, suçladığı insanların karşılık vermesinden korktuğu için onların isimlerini gizlemekte, korkaklığını hamasi lafların “yüksek perdesiyle” örtmektedir. Belirli bazı insanları kastetmekte, suçlamakta, ama isim vermekten yan çizmektedir.

Her zaman söylemişimdir: “İnsanları, ismimi ve isimlerini vermeden suçlayacak kadar alçak değilim”.

Evet, insanları, isimlerini vermeden suçlamak yalnız korkakça bir davranış değil, ama aynı zamanda alçaklıktır da. Çünkü bir insanı, ismini vermeden suçladığınızda, yalnızca o insanın kendini savunma hakkını, yani sizi yalanlama hakkını gaspetmiş olmuyor (bu korkaklıktır); ama aynı zamanda başka suçsuz insanların zan altında kalmasına da yol açmış oluyorsunuz (bu alçaklıktır).

Eleştiri konusunda artık yeni bir ahlak edinmemizin zamanı gelmiştir: İsim vermemenin, yani korkaklık ve alçaklığın, aristokratça bir yücelik ya da tenezzül etmeyen bir soyluluk gibi gösterilmesine; eleştirinin somut örnek ve isim vermeden, doğruluğu ve haklılığı kendinden menkul birtakım genellemelerle ifade edilmesine, artık tüm okurlar sert tepki vermelidir.

Bence tiyatromuzun en büyük sorunu, bu konuda söz alan herkesin söz birliği ederek dile getirdiği şu ekonomik sorunlar (sahne yok, atölye yok, ödenek yok, yayın yok, devlet desteği yok, seyirci yok, vb.) değildir. Bu sorunlar birer sebep değil, birer sonuçtur. Tiyatromuzun zaafiyetini gösteren yoklar listesindeki en çarpıcı ve en yaygın yoksunluğumuz "ne yaptığını bilen", yaptığının "hesabını verebilen", yani "tartışabilen", zeki, yetenekli ve dürüst insanların yokluğudur. Ya da ne yaptığını bilen, "tartışabilen", zeki, yetenekli ve dürüst insanlara tiyatro yapma olanağı tanınmaması, böylelerinin her platformda engellenmesidir. Bu ülkede yeteneksiz çoğunluk, yetenekli azınlığı, iktidara yaranarak edinilmiş "yetkilerin" gücüyle, engellenmektedir. Bu ülkede iktidarlar yeteneklerden korktuğu için, yetkileri her zaman yeteneksizlere bahşetmiştir. Bu ülkede yetenekliler yetkisiz, yetkililer yeteneksizdir. Bu kitaptaki yazılar bu hakikatin somut örnekleriyle doludur.

Ne yaptığını bilen, "tartışabilen", zeki, yetenekli ve dürüst insanların tiyatromuzda barındırılmadığının en açık kanıtı, tiyatromuzda "tartışmanın" olmamasıdır. (Tartışma derken, elbetteki, menfaat ya da iktidar çatışmalarını değil -onlar tiyatromuzda hep var olmuştur- ama estetik ve ahlak tartışmasını kastediyoruz.) Tartışmanın olmayışı, "hesap vermek" ya da "gerekçe göstermek" alışkanlığının bulunmayışı, ülkemizin yalnızca tiyatrosunda değil, tüm entelektüel yaşamında ve eskiden beri yaşanan bir sorundur. Öyle olmasaydı, Aziz Nesin, aşağıda aktardığımız sözleri telaffuz etmeye gerek duyar mıydı?

Aralık 1970 tarihli Varlık dergisinin 18. sayfasında, Emin Özdemir'in "Dergiler Arasında" başlıklı bir yazısı var. Bu yazıdan öğrendiğimize göre, Aziz Nesin, "Çiçu" adlı oyunuyla kazandığı Türk Dil Kurumu tiyatro ödülünü alırken yaptığı konuşmada, ödüllerle ilgili önemli bir öneride bulunmuş; yargıcılar kurulu üyelerinin yapıtlar için verdikleri "kazanma yada kazanmama raporlarının", "gerekçeleriyle" birlikte yayımlanmasını önermiş. Bunun çeşitli açılardan sağlayacağı yararları belirledikten sonra şunları söylemiş Aziz Nesin:

"Yargıcılar kurulu üyelerinin raporlarının yayınlanmasının en büyük yararı, sanırım, şudur: Biz ödüllendirmeye katılan yazarlar, yargıcılar kurulu üyeleri önünde onların yapıtlarımızı değerlendirmelerine razı olarak bir bakıma sınava girmiş sayılırız. Ama yapıtlarıyla sınava girenler yalnız yazarlar değildir. Yargıcılar kurulu üyeleri de, yapıtlar için verecekleri yargılarıyle sınava girmişler demektir, tarih önünde, edebiyat tarihi önünde sınava girmişlerdir. Yargı vermekle işleri bitmiyor. Doğru mu, yanlış mı, kimin doğru, kimin yanlış yargıda bulunduğu konusunda yargıcılar kurulunu da Türk Edebiyat Tarihi sınava çekecektir." (Varlık, Aralık 1970, sayfa 18.)

Aziz Nesin'in bu önerisinin kabul görmediğini, 1970 yılından bugüne dek yapılan uygulamalar kesinlikle kanıtlıyor. Bugüne dek, bu ülkede hiçbir ödül jürisi, neyi neden seçtiğini ve neyi neden seçmediğini açıklamak sorumluluğunu, yürekliliğini ve ihtiyacını duyan; uygulamalarına "gerekçe göstermeyi", bilimsel ve sanatsal bir görev ve onur sayan adamlardan oluşmamıştır. Bugüne dek ödül jürilerinde yer alan ve "red ve kabul" gerekçesini açıklamamayı içine sindirebilen herkesi, ama herkesi; Aziz Nesin'in o haklı, adil, mantıklı, insani, bilimsel ve "gerekli" önerisini benimsemedikleri için utanmaya davet ve hepsine lanet ediyorum. Bu ülkede bir "tartışma geleneğinin" oluşmasını önlemekte kendilerinin çok önemli katkıları olmuştur.

Bu ülkede, bırakın politikacıları, aydınlar bile tartışmaktan, seçimlerinin ve uygulamalarının hesabını vermekten hoşlanmıyorlar. Karar mekanizmasının herhangi bir yerinde bir mevki ya da bir yetki "kaptıklarında"; sanki karar ve uygulamaları kendiliğinden, otomatikman, bir "dokunulmazlık" ya da bir "tartışılmazlık" kazanmış gibi davranıyorlar. Göğsünü gere gere hesap verebilmeyi onur saymak yerine, kimsenin onlardan hesap soramayacağı iddiasıyla davranmayı onur sayıyorlar. "Ben yaptım, oldu" mantığıyla aklına esen her türlü saçmalığı yada alçaklığı yapıyor, estetik ya da ahlaksal zaafiyetler taşıyan uygulamaları hakkında, hiç kimseye gerekçe göstermeye "tenezzül etmiyorlar"(!). Bizim aydınlarımızda(!) aşağılık kompleksi, zeka yetersizliği, yeteneklere düşmanlık, hainlik ve beceriksizlik, nedense daima "aristokrak bir kibir" biçiminde tezahür ediyor.

Mart 1992'den bu yana "Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları" genel başlığı altında tiyatro eleştirileri yazmaktayım. Eleştiri yazılarımda, bu önsözün ilk paragrafında özetlediğim genel tabloyu doğrulayan ve kanıtlayan münferit olaylardan yola çıkarak ve "somut belge ve kanıtlara dayanarak" pek çok tiyatrocuya ve daima "isim vererek" ağır eleştiriler, daha doğrusu ağır "suçlamalar" yönelttim. Bildiğim ve gerçekliğinden emin olduğum bazı iğrenç rezilliklere ise, kanıt ya da tanık bulamadığım için (ki aramaktan vazgeçmiş değilim) isim vermeden değinmek yerine, hiç değinmemeyi tercih ettim. Kanıt yoksa konuşmadım.

İnsanlar, su başlarını tutmuş "yüksek zevatı" kızdıracak açıklamalar yapmayı menfaatlerine uygun bulmadıkları ya da "yukarıdakilerin" hışmındak korktukları için, kendilerinin uğradıkları haksızlıklar konusunda bile ancak "yazılmamak kaydıyla" ya da "adlarının gizlenmesi" şartıyla konuşuyorlar.

Oysa benim, tüm dostlarımın çok iyi bildiği, bir başka ilkem de şuydu: "'Aramızda kalsın" diye başlayan konuşmaları asla dinlemem."

Çünkü aramızda kalması demek, söyleneceklerin doğruluğunu test etmem mümkün olmayacak demekti. Test edemeyeceğim şeyleri dinlemektense, o şeyleri öğrenmemeyi ya da başka bir kaynaktan öğrenmeyi tercih ediyorum. (Bu tavrımın tanıklarından biri, Başar Sabuncu'dur.) Yazılmamak kaydıyla öğreneceğim bilgiyi öğrenmek istemiyordum. Bilgiyi, bilgi verenin adını gizleyerek yazmak ise, bu yazıların zaten ne amacı ne de üslubuyla bağdaşıyordu.

İnsanlar çoğu zaman ya "aramızda kalsın", ya da "adımı verme" kaydıyla konuşmak istediği için ve ben ilke olarak bu kayıt altında söylenecekleri dinlemeyi reddettiğim için; eleştiri yazılarımda, somut örnek olarak, başkalarının bildiklerinden ve yaşadıklarından çok, kendi bildiklerimi ve yaşadıklarımı aktarmak zorunda kaldım.

İnsanın kendinden söz etmesinin, hele kendini övmesinin ne kadar nahoş görüneceğini bilmiyor değilim. Yine de susmak yerine, kendimden söz etmek, hatta kendimi övüyor gibi görünmek tehlikesini -daha ilk yazımda belirttiğim üzere- "göze aldım".

Kendimi övüyor gibi görünmekten kaçınmak olanaksızdı: "THEOPE" adlı oyunumun başına gelenler, tiyatromuzun vahim durumunu kanıtlayan birer belgeydi. Durumun "vahametini" vurgulayan şey, "THEOPE"nin, başına gelenleri asla hak etmeyecek kadar yetkin bir oyun, "Türk dilinde yazılmış en iyi oyun" olmasıydı. "THEOPE"nin ne kadar yetkin bir oyun olduğunu, ne kadar net biçimde söylersem, Türk tiyatrosunu yönetenlerin "THEOPE"ye karşı tavırlarını o kadar net biçimde mahkum etmiş; Türk tiyatrosunu kimlerin ve nasıl yönettiğini, yönetenlerin tiyatroya ve bu ülkeye nasıl ihanet ettiğini, o kadar net biçimde, sergilemiş olacaktım. O nedenle, utangaç imalarla açıklamak yerine, "THEOPE" hakkında düşündüğüm şeyi, daha ilk yazımda, 1992'de Oğuz Atay'ın deyimiyle "açıkça, mertçe, Türkçe", yani netçe, söyledim: "THEOPE, Türk dilinde yazılmış en iyi oyundur" dedim. Bu yargımı, daha sonra yayımladığım "THEOPE" adlı kitabın önsözüne de aynı netlikte koydum. Böylelikle, Türk tiyatrosunun vandallarına iki şıktan birini dayatıyordum: Ya bu yargımı çürütmek durumundaydılar; ya da tiyatro tarihimize, Türk dilinde yazılmış en iyi oyunu, "fark etmeyen dangalaklar", veya "engelleyen alçaklar" olarak geçmeye razı olmak zorundaydılar. Hangi şıkkı tercih ettiklerini bu kitabın sayfalarında göreceksiniz. Tercihleri, durumun "vahametini" tartışılmaz bir netlikle kanıtlıyordu: Ülkemizde tiyatro bir sanat değil, bir "ekmek kapısıydı". İçinde yaşadığımız tiyatro ortamı, sanat yapmaya değil, belki ancak "çapkınlığa" elverişliydi; tiyatro insanlarımızın "ezici" çoğunluğu, ideallerini kaybetmiş sıradan "faniler" ya da "gizli işsizlerdi".

Ve bütün bunları, yüz yıl sonra doğacak akademik bir araştırmacı söylemiyordu. Bugün ve burada yaşayan, bu tiyatronun içinde ve bu tiyatrocular ortamında var olan, ve değerini hiç kimsenin reddedemediği "THEOPE" adlı oyunun da yazarı olan, birisi söylüyordu. Yani, yukarıda betimlenen tabloya "içeriden" karşı çıkan birisi; uyaran birisi, "vardı". Dostça "iğnelemelerle" başlayan uyarıların dozu, iğneler yetersiz kalınca giderek mecburen artmış, sonunda asfalt delen matkapların şiddetine ulaşmıştı. Yani o vahim tabloda yer alan bütün o alçaklıklar; bir "gafletin" eseri değildi; her türlü uyarı ve suçlamayı pişkinlikle karşılayarak, bile bile, "inatla", arsızca yürütülen bir "dalaletin" eseriydi. Bütün o alçaklıkları sürdürebilmek için o mahut şahısların muhtaç oldukları kudret, damarlarındaki alkollü kanda değil, kalın derilerini kaplayan nasır tabakasında gizliydi.

Peki "THEOPE"nin değeri konusunda hayale kapılıyor ya da yanılıyor olamaz mıyım? Bu soruyu yanıtlamak elbette ki, bana düşmezdi. Çünkü ben yanılıyorsam, yanıldığımı bilemezdim. Bilebilsem zaten yanılmazdım. O nedenle, eğer yanılıyorsam, birinin bana yanıldığımı göstermesi, haddimi bildirmesi gerekirdi. Bunu benim için değil, tiyatroseverler için, tiyatro sanatı ve tiyatro tarihi adına bir yanlışı düzeltmek için yapmalılardı. Ben, tiyatro tarihi ve tiyatro sanatı adına söz alıp, başkalarına yanıldıklarını nasıl "kanıtlıyor", hadlerini nasıl bildiriyorsam; birinin de bana yanıldığımı, aynen öyle, "kanıtlaması" gerekirdi. Bunu yapabilen biri çıkmadığına göre (ve "THEOPE", Türk tiyatrosunda "fanatikleri" bulunan biricik oyun olduğuna göre) "THEOPE"nin değeri konusunda hayale kapıldığımı ya da yanıldığımı düşünmem için -en azından şimdilik- herhangi bir neden yok.

Peki bu yazılarda eleştirdiğim kişiler eleştirilere karşı ne mi yaptılar?

Ya iktidarın onlara bağışladığı yetkileri aleyhime ve kötüye kullanarak, kapalı kapılar ardında, sinsi bir mesafeden intikam almaya çalıştılar (Ahmet Levendoğlu, Kenan Işık, Yücel Erten, vb); ya susarak, kamuoyunun körlüğüne, sağırlığına ve hafızasızlığına güvenmeyi, açıkladığım hakikatlerin unutulmasını güvenle beklemeyi tercih ettiler (Güngör Dilmen, Özdemir Nutku, Ayşın Candan, Metin And, vb); ya da, aynı tezgahtan çıkmış kurşun askerler gibi, birbirine tıpatıp benzeyen, çaresiz/esinsiz/beceriksiz cevap yazılarında, bana yönelik temelsiz/dayanıksız/ispatsız/mantıksız hakaretler sıralayarak, özetle, benim "deli", "meczup", "kuduz" veya "pisişik bir olgu" olduğumu öne sürdüler, ve "hezeyan" diye niteledikleri yazılarımı "ciddiye almayacaklarını" ve suçlamalarıma "cevap vermeyeceklerini" söylemekle yetindiler (Ahmet Levendoğlu, Tuncer Cücenoğlu, Kenan Işık, Tamer Levent, ve sonunda Yücel Erten).

Tabii ki, aslında benim "deli" veya "meczup" olmam bile, yazılarımda ortaya koyduğum somut delilleri yok etmeye ya da geçersiz kılmaya yetmezdi; iki kere iki dört kadar sağlam ve somut kanıtlar ortaya koyuyordum; ve bir deli bile söylese, iki kere ikinin dört ettiğini inanmazlık edemezdiniz. Yine de kabul ediyorum: Tiyatro tarihi, günün birinde, "THEOPE" yazarının "deli" veya "meczup" olduğunu saptarsa, bu kitaptaki yazılarda suçladığım herkes aklanmış olsun. Ama eğer ben onların dediği gibi "deli" veya "meczup" değilsem; kesinlikle bilinmelidir ki; onlar, benim dediğim gibi, alçak, hain ya da dangalaktırlar.

Bu kitaba onların yazılarını da, yani aleyhimde yazılan tüm yazıları da, hem de hiç kısaltmadan, tek kelime atmadan, eksiksiz olarak, dahil ettim. Çünkü onların aczini, çıplak bir gerçek olarak ortaya koymak için, bu yazılar vazgeçilmez bir malzeme oluşturuyor ve benim yazılarımdaki tezleri tartışılmaz bir inandırıcılıkla kanıtlıyordu. Onların yazılarını da, kendi yazılarımı da, kronolojik sırayla düzenledim. Zamanın yazdıklarımı nasıl haklı çıkardığı kolayca fark edilebilsin diye kronolojik sırayı önemsedim. Tüm yazıların başında ve sonunda hangi dergi ya da gazetede ve hangi tarihte yayınlandıklarını belirttim. Kendi yazılarımı, gerekli gördüğüm yerlerde (Not 1998) başlıklı ve koyu harfli açıklamalarla "güncelleştirdim". Onların yazılarına ise hiç dokunmadım.

Benim yazılarıma "maruz kalanlar" arasında, benimle "tartışmak" cüretini yalnızca bir tek kişi gösterebildi: Dört yıl gecikmeyle de olsa, kendisine yönelik suçlamalarımı kendi halince cevaplamaya çalışan(?) Yücel Erten. (Bakınız: "Ben Boncuk Dağıtanlardan Değilim")

Ama, bana karşı yazdığı ilk cevap yazısında bir sürü tehdit savurmasına ve "pusulamı kontrol etmemi" söylemesine ve kendisine ilişkin "yalan dolanlar yazdığım zaman onları bana yedireceğini" bildirmesine ve "insanları ürküttüğümü" belirterek kendisinin ürkmediğini ima etmesine rağmen; sevgili Yücel Erten, benden aldığı cevaptan (Bakınız: "Bir Politikacının Portresi: Yücel Erten") sonra, ne tehditlerini eyleme geçirmek becerisini, ne de susmak erdemini gösterebildi. Yazdığı o kısacık cevap yazısında bana "yalanlarımı yedirmek" yerine, hiçbir temele dayandırma gereğini duymadığı üç ben tane hakareti art arda dizerek, küfrede küfrede meydanı terk etti (Bakınız: "Coşkun Büktel'e Yanıt"). Havlu atarken bile kabadayılığı elden bırakmayan sevgili Yücel, meydanı terk etmeden önce, yazık ki, bütün diğerlerinin yaptığını yaparak, kuru kalabalığa katılmaktan kendini kurtaramadı: Yazdığı tehditlerin tümünü unutarak, bütün tükürdüklerini yalayarak, o da diğerleri gibi beni "ciddiye" almayacağını ve bana "bundan öte bir yanıt vermenin abesle iştigal olacağını" ilan etti.

Yani yazdıklarımı tartışmak cüretini gösteren biricik insan da, sonunda biricik olma vasfını terk edip, diğerlerinin kalabalığı arasına inmek, diğerleri gibi "sessizliğe" iltica etmek zorunda kaldı.

Öyleyse, bu kitaptaki Coşkun Büktel imzalı yazıların haklığının, o yazılara maruz kalanların "tümünün" sessizliğiyle onandığını rahatça öne sürebilirim. Yazılarım cevaplanmış olsa da, asla yalanlanamamıştır.

Sevgili okurlar!

Belge ve kanıtlarla ortaya konmuş suçlamaları, belge ve kanıtlarla yalanlamak yerine; aristokrat bir tavırla burnunu havaya kaldırarak "ciddiye almıyorum" diye yanıtlayan dangalaklara, yani hesap vermekten bucak bucak kaçanlara, eğer "sanatçı" dersek; tıkındığı lokantadan hesabı ödemeden kaçanlara "hırsız" demeye hakkımız olabilir mi?

"Tartışmak", "hesap vermek", "gerekçe göstermek" gibi soylu davranışlara zaten tarih boyunca itibar etmeyen ve her türlü alçaklığın normal (hatta "kahramanlık") sayıldığı bir kaosa doğru emin(!) adımlarla ilerleyen, sevgili toplumumuzda; kendini "dokunulmaz" sanan ve her türlü eleştiri, uyarı ve suçlamayı, yalnızca görkemli(!) bir "sessizlikle" yanıtlayan dangalaklara, seyirci kalmamız; ülkemizde ahlak kriterlerinin büsbütün alt üst olmasına "katkıda bulunmak", anlamına gelmez mi?

Belge ve kanıtlarla ortaya konmuş suçlamalar karşısında, suçlayanın "deli" olduğunu öne sürerek "susmak"; suçu örtbas etmeye çalışmak değil mi? Suçlayanın deli olduğunu, suçlamaları çatır çatır cevaplayarak ve suçlayanın kanıtlarını karşı kanıtlarla yalanlayarak ortaya koymak, gerekmez mi? "Konuşan Türkiye"(!)nin susan tiyatrosuna Coşkun Büktel'in yönelttiği suçlama ve kanıtlar, cevap vermeye değmez, entipüften şeyler mi? "Sessizlik" o yüzden mi? Yoksa belgeler, kanıtlar ve tanıklar karşısında sessizliğe yönelmek, suçları sabit olanların "mecburi istikameti" mi? Coşkun Büktel'in suçlama ve aşağılamaları, verilecek cevabı olan onurlu insanlar için yeni yutulur şeyler mi?

Bakın bakalım öyle mi!

Cihangir / İSTANBUL
...............Haziran 1998