DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ VE AYDININ MİSYONU[*]
Temel Demirer
12 Mart 2009
............................................."Kendi yüreğimden korktuğum
.............................................kadar ne papadan,
.............................................ne de papazlardan korkuyorum."[1]
Tavır Dergisi’nin sorularına yanıtlarım; Bob Marley’in, “Kendini yargılamadan başkalarını yargılama; yargılanmaya hazır değilsen kimseyi yargılama…” uyarısını “es” geçmeden; “Bütün bildiğim, bir şey bilmediğimdir,” diyen Sokrates’in içtenliğiyle, kısaca şu(nlar)…
1-) Düşüncelerinizi yayınlama suçu işleyeceğiz, işlediğiniz suçlardan biraz bahseder misiniz?
“Gökyüzünden başka sınır yok,” bilinciyle; eleştirip-itiraz edenlerin, “Hayır” diyenlerin sürdürülemez kapitalist vahşet tarafından Engizisyon bile parmak ısırtan F-Tipi maharetle mahkûm edilmek istendiği hazin bir çağda yaşıyoruz!
“Ben”, “Hrant’ın katili devlettir” dediğim için TCK 301 ile 216’dan Ankara 2. Asliye Ceza’da; ya da “Mercan’da katledilen Ökkeş oğlumdur” dediğim için “3713 sayılı TMK’nun 7/2; 5237 sayılı TCK’nun 53/1 maddelerince” Malatya 3. Ağır Ceza’da yargılanıyorum…
Kim bilir; belki siz de, “cevval bir savcı” tarafından, ben bunları Tavır’ın sayfalarında ifade ettim dedim diye yargılanacaksınız…
Bu; “demokratik” diye ambalajlayıp/ sunmaya kalktıkları, oligarşik zorbalıkta böyle…
Ama “bu böyle” diye; buna boyun eğecek de değiliz; tıpkı, “İnsanın özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir,” diyen J. P. Sartre’ın deyişindeki üzere…
2-) Temel Demirer kendini nasıl tanımlıyor?
“Yalnızca bir kez dilim tutuldu. Biri bana, ‘Sen kimsin?’ diye sorduğunda,” diyen Halil Cibran ne kadar da haklı… Çok “kazık” bir soru bu…
Hâlâ “Tek yol devrim” diyen; Filistin’de tankın önüne sapanıyla dikilen çocuğun cüretine hayranlık duyan; Che’nin Bolivya’da ölmediğini, bir Condor olup tüm dünyayı özgürleştirmek için gökyüzüne çıktığını söyleyen Valle Grande’li köylüye inanan; unutmayan, unutmanın ihanet olduğundan şüphe duymayan; Sibel’e sevdalı sıradan biri desem yeter mi?
“Yetmez” derseniz sözü, 11 Ocak 2004 tarihinde kaleme almak zorunda kaldığım, böyle durumlarda da, müracaat ettiği “Özgeçmişim”e bırakıyorum…
“Özgeçmiş’im istendiğinde önce şaşırdım...
Ardından da başladım kara kara düşünmeye: Ne diyebilirim diye?
Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve ‘şık’ olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm...
Ne yazacağımı kestiremedim...
Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım...
‘İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil,’ diyen(lerden);
dünyaya aşağıdan bakan(lardan);
kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan);
yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan);
ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden);
John Maxwell’in, ‘İnsanlar, onları ne kadar umursadığımızı bilmedikçe, ne kadar bildiğimizi umursamazlar...’; Bertolt Brecht’in, ‘Yenilgilerimiz, rezalete karşı savaşa katılanlarımızın yeterince kalabalık olmadığından başka bir anlama gelmez’; V. İ. Lenin’in, ‘Silah kullanmasını öğrenmeyen, silah elde etmeye çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır,’ sözlerine müthiş değer veren(lerden);
sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden);
bir afet-i devrana aşık olan(lardan);
hâlâ ‘tek yol devrim’ gerçeğine bağlı olan(lardan);
ve nihayet ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!’ diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim...
54 tevellütlüyüm... Kemal’den olma Necla’dan doğmayım... Çorum ili Kale mahallesi nüfusuna kayıtlıyım...
Okur yazarım...
Ve nihayet hâlen ‘sakıncalı’ dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım...”
3-) İçinde bulunduğumuz dünyada ve kapitalist sistemde aydın misyonunu tanımlayabilir misiniz?
Ben “aydın” değilim; ne bileyim İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Haluk Gerger gibi aydın olmak için daha “kırk fırın ekmek yemem” gerek…
Ancak “aydın deyince ne anlıyorsun?” derseniz…
Aklıma hemen, Fransa Naziler tarafından işgal edildiğinde, direnişe katılan, Monte Rouge’de (Kızıl Tepe’de) kendini kurşuna dizen Alman askerlerine, “Alman proleterleri, kardeşlerim, umudunuzu kurşunluyorsunuz,” diye haykıran İşçi Üniversitesi kurucusu felsefe profesörü George Politzer gelir…
Aslı sorulursa Aydın iktidara devrimci olan hakikâti söylemekten geri adım atmayan; bunun faturası neyse onu da ödemekte hiçbir ikircime düşmeyendir…
Aydının görevi, insan(lık)ın özgürleşmesi yolunda hâkim ideolojinin klişelerine, indirgeyici kategorilerine başkaldırının önünü açmaktır…
Edward Said’in ifadesiyle,
“Gerçek entelektüeller kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme, çarmıha gerilme riskine girmek durumundadırlar. Güçlü kişiliklere sahip, su katılmadık bireyler olmak zorundadırlar; her şeyden önce de statüko karşısında daimi bir muhalefet durumunda olmaları gerekir...
“Nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şövenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entelektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır... entelektüel mümkün olduğunca geniş bir halk kesimini seslenir (onları küçümsemez), bu kesim onun doğal muhatabıdır...
“Entelektüelin tek dayanağı ödünsüz düşünce ve ifade özgürlüğüdür: Bu özgürlüğü savunma hattını gevşetmek veya dayandığı temellerden herhangi birinin kurcalanmasına göz yummak entelektüelin işine ihanet etmesi demektir...”[2]
Ama bir dakika…
Benim indimde “aydın”, post-modern zamanlarda, kimilerinin birbirlerine bol keseden dağıttığı -çoğunlukla da “AB” ile “Soros”a endeksli- bir ulufe değildir!
Bu “ulufe”nin yarattığı “aydın(ımsı)lar”ı; “Hamur yoğurmak istemeyen, beş gün un elermiş,” diyen Yunan Atasözü ile tanımlamak mümkündür…
4-) Düşüncenin evrimi dersek, uzun bir zaman dilimi alır. Ülkemiz özgülünde 12 Eylül öncesi ve sonrası düşüncenin özgürlüğünün evrimini anlatır mısınız? Gelinen noktada bugün durum nedir?
12 Eylül, tarih(imiz)in tanık olduğu en çaplı saldırganlık ve yıkımdı…
Ancak onu betimleyen, “saldırganlık ve yıkım” kadar; hatta ondan da öte devreye soktuğu neo-liberal eksenli yabancılaş(tır)madır…
12 Eylül’ü takip eden kesitte, yabancılaş(tırıl)mış memleket(imiz)in, postmodern Türk(iye) insanının ve “münevveri”nin hâli vahimdir...
İnsana, aklına güvenini yitirmiş postmodernite dört yanı kuşatırken bir pespayeleşme, bir akıl tutulması yaşan(ıldı) ki, değme gitsin...
Çürüme, yabancılaşma, kokuşmuşluk kendini; siyasetten kültüre dek vazgeçişle, kaçışla yaratıyor...
Böylelikle kapitalist talan, yağma, avanta düzeninde, bütün etik değerler de başkalaştırıldı...
Her cümleye “Ben”le başlanan... “Ben”le yatılıp/ kalkılan... Dünyanın “ben” diye haykıranların çevresinde dönüğü sanılan... “Ben” ve “Benim”in “vahşet kesiti”ydi bu... Hani; “Ben”in içindeki “biz”i, “biz”in içindeki “ben”i gözden, akıldan ve yürekten çıkaran bir akıldışılık kesiti...
Hayatın metalaştırıldığı, dünyanın bir imaja tahvil edildiği, gücün parayla ölçüldüğü, televole Türkiye’si yaratıldı…
Kapitalist kültür endüstrisi insan(lık)ın hâl(ler)ini tüketim yanılsamasına endeksledi…
Bu kapsamda kapitalist kültür, her şeyi metalaştıran bir yapı olarak işlev görürken kendisini de parça parça satışa sundu. Toplumsal değerler ve normlar erozyona uğratılırken; Spinoza’nın, “İnsan, köleliğin ayırdına vardığı ölçüde özgürdür,” uyarısı unutuldu/ unutturuldu…
Sonra da popüler kültür diye adlandırılan, insanları kendileri ve bu dünyada olup bitenler üzerinde, yaşamın anlamı üzerinde düşünmeye değil, fakat hep kendileri gibi’lerden oluşma sürüler içerisinde yaşamaya, o sürülerle en yoğun düzeyde uyum sağlamaya iten, insanlara eğlence ve boş zamanlarını doldurma adı altında düşünmelerine zaman ve olanak sağlamayacak pespayelikleri sunarak sonunda onları giderek anonimleşen iktidarların pençesine iten yönelim, topraklarımızın hatırı sayılır bölümü üzerinde de iktidarını pekiştirdi…
Ve geldik neo-liberal yıkımın/ küreselleşmenin karaya oturduğu krizden insan manzaralarının dünyasındaki Türkiye’ye…
Jean Ziegler’in, mevcut krizi bir “uygarlık krizi” olarak betimlediği ufukta artık hiçbir şeyin eskisi gibi olması mümkün değil!
Şimdi burjuvaların devri saadetinin nihayete erdiği bir ufuktayız…
Her şey çok, ama pek çok başka olacak; inkârın inkârı diyalektiğindeki üzere…
5-) Düşüncenin özgürlüğünün sınırı var mıdır?
Nasıl ve hangi “gerekçe”yle olursa olsun, düşünce ve ifade özgürlüğü “suç” değildir ve kısıtlanamaz!
Çünkü düşünceyi açıklama özgürlüğü, belirli bir düşüncenin açıklanmasının yanı sıra açıklanan düşünce etrafında örgütlenme hakkıdır. Salt düşünce, kişinin iç dünyası ile ilgili bir olgudur. Kişinin “düşünmek” yeteneğinin sınırlandırılması veya engellenmesi düşünülemez ve esasen bunun olanağı da yoktur.
Honoré de Balzac’ın, “Düşünmek görmektir”; Platon’un, “Düşünmek, ruhun kendi kendine konuşmasıdır”; S. Eugel’in, “Fikirler elektrik akımı gibidir, birbirini tutuşturur”; Marcus Aurelius’un, “Aklın gücüne hiçbir engel karşı duramaz”; Victor Hugo’nun, “Zamanı gelen bir fikrin gücüne hiçbir ordu karşı koyamaz,” sözleri unutulmadan...
Bu noktada hakikât anlatıcılığının, ne pahasına olursa olsun, susmaz, susturulamaz olduğunu da belirtmeliyim…
Michel Foucault’nun tanımıyla, dürüstlüğün kanıtı cesareti olan hakikât anlatıcılığıdır. Yani Yunan felsefesindeki ifadesiyle bir parrhesiastes olmak, özgür düşünce ve ifadeyi vazgeçilemez yani “olmazsa olmaz” ilan eder.
Bu bağlamda “Parrhesiastes”, “Konuşmacı özgürlüğü kullanır[ken]: kandırma yerine dürüstlüğü… Sahtelik ya da sessizlik yerine hakikâti… Hayat ve emniyet yerine ölümü… Yaltaklanma yerine eleştiriyi… Kendi çıkarlarını koruma ve ahlâki kayıtsızlık yerine ahlâki ödevi tercih eder”![3]
Bunun için de Rıfat Ilgaz’ın, ‘Bu da Bir Özgürlük Şiiri’ başlıklı dizesindeki üzere, “Tek suçunuz hür insanlar gibi konuşmak” ise, elden ne gelir?
Fransız sosyalizminin önderlerinden (1859-1914 yılları arasında yaşamış) Jean Jaurès’nin, “İnsan için kutsal, yani irdelenmesi, tartışılması yasaklanmış hakikât yoktur; dünyada en değerli şey düşünce özgürlüğüdür; iç ya da dış hiçbir kuvvet, hiçbir iktidar, hiçbir dogma aklın sürekli araştırma çabasını sınırlayamaz; insanlık evrende büyük bir soruşturma kuruludur. Hiçbir yönetim, hiçbir yer ya da gök düzeni onun çalışmalarını bozamaz, kısıtlayamaz. Bizden gelmeyen her hakikât kuşkuludur; bağlandığımız şeyler karşısında dahi eleştiri duyumuz hep uyanık kalmalı, bütün tasdiklerimize ve bütün düşüncelerimize gizli bir başkaldırma karışmalıdır. Eğer Tanrı fikri elle tutulur bir kılığa girseydi, eğer kalabalık içinde gözle görülseydi, o zaman, ilk ödevimiz ona baş eğmekten vazgeçmek olacaktı, bir efendi gibi değil, tartıştığımız bir kimse, bize eşit bir kimse gibi davranacaktık ona,”[4] saptaması düşünce ve ifade özgürlüğünün ne kadar insani ve insan(lık) açısından vazgeçilemez olduğunun altını çizer…
Bu noktada “… ‘Özgür’ olan bir şeyden söz ederken onun hangi şeyden özgür olduğunu belirtmezsek söylediklerimizin taşıdığı anlam belirsizleşir,” vurgusuyla Bertrand Russell ekler:
“… ‘Özgür’ olan bir şeyden söz ederken onun hangi şeyden özgür olduğunu belirtmezsek ‘Özgür’ olan şey veya kişi bir dış zorlamayla karşı karşıya değildir. Ne demek istediğimize kesinlik kazandırmak için de bu dış zorlamanın ne türden olduğunu belirtmemiz gerekir. O hâlde düşünce, çoğu zaman var olan birtakım dış yönlendirici etkenlerden bağımsız ise özgür olur.
Düşüncenin özgür olabilmesi için yok olmaları gereken yönlendirici etkenlerin bazıları kendilerini açıkça gösterirler; bazıları ise daha yanıltıcı ve belirsiz, daha karmaşıktırlar. En belirgin olanlarından başlayalım: bazı fikirleri benimsemek veya onlara karşı olmak; ya da bazı konularda birşeye inandığımızı veya inanmadığımızı dile getirmek ceza yaptırımlarına yol açıyorsa düşünce ‘özgür’ değildir.”[5]
Çünkü Hayrettin Ökçesiz’in haklı ifadesiyle, “Düşüncenin neredeyse koşulsuz özgürlüğünü istemenin asıl nedeni, insan onurunun temellendirilmesinde onun kaynaksallığıdır. Bireysel özerkliğin anlam kazandığı bağlam, düşüncenin gereksindiği özgürlükler ağıdır…
Her kim olursa olsun, herkesin düşüncelerini koşulsuz dile getirme özgürlüğünü insanlık için savunmak zorundayız. Kimin neleri söylemeye hakkı olduğunu, ne olduğuna veya olmadığına bakarak saptamak bir iktidar savaşının içinde bulunulduğunun açık kanıtıdır. Böyle bir savaş vermiyorsak, böyle bir tutumu anlamlı bulamayız.”[6]
Evet, evet düşünce ve ifade özgürlüğü “sınırlanamaz”; bu evrensel bir gerçektir; hatta “en kabul edilemez” olanı bile…
Yeri gelmişken belirteyim: Düşüncelerinden ötürü diri diri yakılan Giordano Bruno’nun yakıldığı yerde, Roma’nın Campo dei Fiori’sinde yontusu var şimdi…
8 Şubat 1600’de ölüm hükmü kendisine okunurken, Bruno yargıçlara, “Beni ölüme yollarken sizler benden daha çok korkuyor olabilirsiniz,” demişti…
6-) Siyasi iktidarlar hangi sınırda özgürlüğü kısıtlarlar?
“Raison d’état”sı yani “hikmet-i hükümeti”ni sürdürülür kılan resmi ideoloji (+ tarih) ve mekanizmaları tehditle karşılaştığı an, kapitalist iktidarın “demokrasi tüluatı” nihayete erdirilir!
Constitutionalisme’in (meşrutiyetçilik) babası sayılan Montesquieu’nün ‘Yasaların Ruhu’nda ifade ettikleri, tekelci kapitalizm koşullarında mümkün değildir artık…
Mevcut iktidarın, resmi ideolojinin özgürlüklerden nefretinin, Aziz Paulus’un, “Yönetenlerin kulu ol!” deyişini anımsattığı verili tabloda aslı sorulursa “özgürlükler”; egemenler tarafından ezilenler için “ama...”lı, “fakat...”lı, “ancak...”lı kayıtlarıyla dillendirilirler!
“Ama”lı, “fakat”lı, “ancak”lı düşünce ve ifade özgürlüğü olmaz; “Özgürlüğün ardına eklenen ‘ama’ felsefi, ideolojik, hukuksal, dinsel açılımların özgürlüğe vurduğu darbeleri meşrulaştırmaya yöneliktir, diye düşünürüm. ‘Ama’lar, özgürlüğü, ötesi tahammül edilemez kabullenilmesi istenen bir alana sıkıştırır,” Yücel Sayman’ın ifadesiyle...
Özetle kimse inkâra kalkışmasın; “Kapitalizm ile demokrasi birbiri ile uzlaşmaz” diyen Marksist akademisyen Ellen Meiksins Wood’un saptamalarını hayat doğrulamaktadır!
7-) Düşünce, hayata sorulan sorularla başlar. Siz hayata hangi soruları sordunuz?
Yine “kazık” bir soru; “Dünyada en zor şey, insanın kendini bilmesidir,” dermiş Thales…
Ayvalık’taydık; küçüktüm; eski bir Rum evinde otururduk…
O zamanlar, nedendir bilmem o ev içimi ürpertirdi; korkardım…
Bir gün korktuğumu söyledim anneme. Gülümseyerek, “Neden” dedi…
Ondan sonra “Neden” dedim hep, içimi ısıtan o gülümseyişle…
Sonra da “Neden korkuyorum, neden korkutuluyoruz”un yanıtı aradım korkmadan; korkunun, bilgisizlikten doğduğunu, hiç ama hiç unutmadan…
8-) Bu röportajı okuyan insanlara sorularınız var mı?
Grup Yorum’un “Cesaret, cesaret daha fazla cesaret” diye haykıran ezgisini dinlediniz mi?
Ya da Can Yücel’in, “Dünya öküzün boynuzları üstünde dururmuş,/ Her kıpırdanışında öküz, deprem olurmuş…/ Oysa dünya, halkların omuzu üzerinde durur/ Kıpırdasın da gör!” dizelerini terennüm eder misiniz?
Veya 1 Mayıs 2009’da da Taksim’de olacak mısınız?
Tavır okurlarıyla paylaşmak istediğiniz herhangi bir şey veya önerileriniz var mıdır?
“Öneri” değil; paylaşmak istediğim iki çift söz var…
Birinci çift Fransız Atasözlerinden…
* “Başarının yüzde 5’i yapmayı bilmekten, yüzde 95’i yapabilmekten oluşur…”
* “İdealler yıldızlar gibidir, onlar tutmak mümkün olmaz ama karanlık gecelerde yolumuza onlar rehberlik ederler…”
İkincisi de Çin Atasözlerinden…
* “Bilen ve bildiğini bilen akıllıdır. Onu izleyin. Bilen ve bildiğini bilmeyen uykudadır. Onu uyandırın. Bilmeyen ve bilmediğini bilen bir öğrencidir. Ona öğretin. Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen bir aptaldır. Ondan sakının…”
* “Geleceğin tüm çiçekleri, bugünün tohumları içindedir…”
15 Şubat 2009 23:24:04, Ankara
N O T L A R
[*] Tavır Dergisi, No:83, Mart 2009…
[1] Luther.
[2] Edward Said, Entelektüel Çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay.
[3] Michel Foucault, Doğruyu Söylemek, çev: Kerem Eksen, Ayrıntı Yay., 2005, s.17.
[4] Jean Jaurès, Action Socialiste, s.275-285; Bkz: Jean Jaurès, Demokrasi, Barış, Sosyalizm, E Yay., 1991, s.70.
[5] Bertrand Russel, “Özgür Düşünce”, S’imge, No:37, Eylül-Ekim 2008-5, s.41-42.
[6] Hayrettin Ökçesiz, “İfade Özgürlüğü”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, Yıl:22, No:1115, 1 Ağustos 2008, s.15.