8 Eylül 2007 Cumartesi

Barışarock'ta neler oldu?... 7

GÖLGE TİYATRO TACİZLE DAYANIŞMA KAMPANYASINA DEVAM EDİYOR!


İATP-G Yayıncılık İnisiyatifi


BarışaRock etkinliğinde feminist ve eşcinsellerin tiyatrocu bir tacizciyi protesto ettiklerini ört bas edip yaşanan olayları tiyatroya karşı “faşist” saldırı olarak niteleyen Gölge Tiyatro sitesi, nihayet ortada bir tacizci protestosu olduğunu kabul ediyor.

Artık açıkça “Tacizcinin Sesi” olarak yayın hayatını sürdürüyor.

Tacizci ve tacizci adayları ile dayanışma adına içine battığı dezenformasyonu meşru kılmak için şu öne sürülüyor:

“Ortada 2000 yılındaki somut “olay” tartışmasının dışında doğrudan mağdur ya da mağdurların bir açıklaması yoktur. Daha doğrusu tacize uğradığı iddia edilenlerin “beyanı” olduğu belirtiliyor ve ancak bunların bir tek yazılı beyanı ve açıklaması bilinmemektedir.”

Akıl tutulmasının tipik bir örneğini teşkil eden bu ifadeler, İATP-G sitesi için yayına hazırladığımız “Alternatif Kültür mü? Yozlaşma Kültürü mü?” başlıklı yazının bizzat tacize uğrayanlar ve tanıklar tarafından kaleme alındığı, bunun 2000 yılında Amatör Tiyatrolar Çevresi’ndeki tüm topluluklar ve üyelerince, dahası çeşitli kadın kuruluşları ve üyelerince bilindiği, aradan yedi yıl geçmesine rağmen bu belgenin varlığının ve doğruluğunun teyit edilebileceği gerçeğini yok sayıyor.

Tacize uğrayanlardan talep edilen güncel beyanlara gelince, BarışaRock alanında Esatoğlu tarafından kızı taciz edilmiş annenin attığı çığlık boşa atılmış değildir ve BarışaRock etkinliğine sahici anlamını yükleyen bir jesttir.

Gölge Tiyatro karartmaya devam ederken, biz aydınlatmaya ve tiyatro eğitiminde cinsel tacizin karşısında durmaya devam edeceğiz.

tıkla


Brecht de böyle yapmış mıydı?


Ömer F. Kurhan (09.09.2007)


Fırat Güllü’nün 07.09.2007 tarihli “Tiyatrocular ve Cinsel Politika” altbaşlığı taşıyan yazısı, cinsel özgürlük adına inşa edilen kültürün aslında kendi içinde önemli sorunlar taşıdığını ortaya koyarken, Brecht vakası ile Esatoğlu vakasının ortak çerçeveye sahip olduğu gibi bir imaya sahip mi? Tam emin olamasam da, böyle bir izlenime kapıldığımı söyleyebilirim.


Bana göre bu iki vaka birbirinden oldukça farklı değerlendirilmelidir. Biri erkek egemen anlayışın cinsel özgürlükçü çevrelerde de işbaşında olabileceğini ve özellikle kadınlar ve çocuklar üzerinde tahrip edici etkiler üretebileceğini gösterirken, diğeri eğitimci etiği ve hukuku bağlamında ele alınması gereken bir suçun işlendiğini göstermektedir. Daha somut ifade edecek olursam: Brecht’in kurumsal eğitim vermek üzere bir araya geldiği genç kadın öğrencileri eğitici otoritesine yaslanarak ne yapıp edip ayartmak ve taciz etmek gibi bir alışkanlığa sahip olduğunu en azından ben bilmiyorum. Bertolt Brecht hiçbir zaman bir tiyatro eğitimcisi olmamıştır. Genelde seçkin ve profesyonel diyebileceğimiz sanat çevrelerinde oyun yazıp sahnelemiş ve hayatında en verimli olabileceği yılları sürgünde geçmiştir. II. Dünya Savaşı’nın ertesinde, ikiye bölünen Almanya’nın doğusunda kurdukları Berliner Ensemble ise, adından da anlaşılacağı gibi, bir okul değil, düzenli olarak Brecht imzalı oyunlar sahneleyen özel bir topluluk yapılanmasıdır. Dolayısıyla, Brecht’in içine dahil olduğu cinsel kültürün eleştirisinin “eğitimde cinsel taciz” gibi bir vaka ile bağlantısı ancak dolaylı yollardan ve kültür bağlamında kurulabilir. Olgusal olarak ortak bir çerçeveye sahip olduğu gibi bir imadan kaçınmak gerekir. Fırat Güllü’nün yazısı açıkça bunu yapıyor demiyorum, ama bir kafa karışıklığına yol açtığını ve iki vakayı ortak bir çerçeve içine alırken, bu çerçeve içinde birbirinden ayırt edilmesi gereken alt çerçevelerin ihmal edildiğini düşünüyorum.

Esatoğlu vakası, sol, sosyalist, muhalif, özgürlükçü, devrimci sıfatlarına sahip tiyatro bölgesini bağlaması bakımından tabii ki Brecht vakası ile ortak bir çerçeve içine alınabilir. Hatta Esatoğlu’nun Türkiye’de bir çeşit Brecht temsiliyetine soyunması, bu ilişkiyi daha da yakınlaştırabilir. Fakat, eğitimde cinsel taciz gibi bir vakayı Brecht’in erkek egemen çizgiler taşıdığı belli ve aslında oyunlarında da izi sürülebilecek yaşam tarzı ile aynı kefeye koymamak önemlidir.

Özellikle tiyatro alanının cinsel sömürüye açık bir alan olduğunu tüm tiyatrocular bilir. Sanatsal pratik yoluyla özgürleşme ve haz politikalarının geliştirilmesi, canlı performansa dayalı olduğu için bedensel özgürleşmenin özel bir önem kazanması, tiyatro eğitimini cinsel istismara alabildiğine açık hale getirir. Esatoğlu vakasında asıl tartışma konusu içinde yer aldığı topluluğun ya da çevrenin yaşadığı cinsel kültürün niteliği değildir. Resmi ya da muhalif çeşitli eğitim kurumlarında, onunla tiyatro eğitimi almak için ilişki kuran genç kadınları istismar ve taciz etmesidir.

Meseleyi netleştirmek için bir seri tecavüzcü ve katil olan Ted Bundy vakasına değinmek faydalı olabilir. Bu vakayı ele alan filmi seyredenler bilirler: Ted Bundy sıradan ve hatta örnek gösterilebilecek orta sınıftan bir Amerikan vatandaşı olarak, 1970’lerde, bir dizi tecavüz ve cinayetin faili haline gelir. Suç işleme tekniğini başarılı kılan çok ince planlar yapması değildir; aksine, göz göre göre ve sıradan bir işmiş gibi suç işlemekte ve yakın çevresini de kolaylıkla manipüle edebilmektedir. Belli ki bu vaka da erkek egemen kültür kapsamına alınabilir. Ted Bundy’nin “Brecht de böyle yapmıştı” dediğini sanmıyorum, ama Esatoğlu böyle dedi ve mesleği tiyatrocu diye, seçkin ve profesyonel sanat çevrelerindeki erkek egemen cinsel kültürün eleştirisi sınırları içine hapsedilebileceği söylenemez.

Eğer erkek egemen kültüre ve bu çerçeve içindeki alt çerçevelere odaklanarak vakalar arasında bir yakınlık ya da benzerlik kurulacaksa, ben Esatoğlu vakası için Brecht vakasından ziyade Ted Bundy vakasının daha açıklayıcı olabileceğine inanıyorum. Neden mi? İşlenen suçların nitelikleri özdeş olmasa da, suç işleme ve manipülasyon teknikleri birbirine çok benziyor da ondan. Bunu laf olsun diye söylemiyorum; mağdurların ve tanıkların ifadelerine bakıldığında, benzerliğin kolayca farkedilebileceğini düşünüyorum.

Umarım bu yazı, özgürlükçü ve devrimci iddialara sahip cinsel kültür içindeki erkek egemen sonuçlara dikkat çeken, bu konuda oldukça bilgilendirici ve uyarıcı olan Fırat Güllü’nün yazısında eksikliğini hissettiğim bir vurguyu yeterli açıklıkta yapabilmiştir.

tıkla


“BRECHT DE BÖYLE YAPMIŞTI...”
Tiyatrocular ve Alternatif Cinsel Politika


Fırat Güllü (07.09.2007)


Yıllar önce ATÇ içerisinde yürütülen ve ciddi bir ayrışmanın yaşanmasına neden olan “tiyatroda çalıştırıcı etiği ve cinsel taciz” tartışmaları sırasında yaptığımız toplantılardan birisinde Mehmet Esatoğlu’nun kendisine yönelik suçlamaları yanıtlarken şöyle dediğini hatırlıyorum: “Bunlar her zaman olmuştur. Brecht de kendi döneminde bu tür eleştirilerin hedefi olmuştu.”

Tiyatro literatürünü ciddi biçimde değiştiren, yapıtları ve yürüttüğü tiyatro pratiğiyle yirminci yüzyılın sanat anlayışına önemli bir damga vuran öncü bir sanatçının, böylesi bir konuda referans noktası yapılması ilk başta şaşırtıcı gelmişti. Ancak gerçekten de “Brecht ve kadınları” şeklinde -zaman zaman da entelektüel bir magazin malzemesi olarak- ele alınan böylesi bir fenomenin varlığından söz etmenin mümkün olduğunu biliyoruz. Brecht ve kendi kuşağı ilk Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan devrimci kaos anında Almanya’da siyasi bir devrimi yaşatmayı başaramasalar da kendi yaşam pratikleri içerisinde ciddi bir “kültürel devrim”i hayata geçirdikleri duygusuna kapılmışlardı. Söz konusu “devrim” anne ve babaların kültürüne tüm yönleriyle karşı çıkmak anlamına geliyordu ve cinsel devrim de bu kültürel devrimin en önemli, diğer bir deyişle en radikal ve kamusal alanda en yoğun görünen parçası olarak kabul ediliyordu: tek eşliliğe karşıtlık, biseksüellik, aileye ve evliliğe duyulan nefret. Yirmili yaşlarında genç bir nihilist olarak Brecht’in, akranları olan kız ve erkeklerle yürüttüğü cinsel serüvenlerinin hayatının ne denli merkezine yerleştiğini görmek için günlüklerine bakmak yeterli olacaktır: Brecht bu günlüklere farklı kadınlardan sahip olduğu çocukların etrafında dolanıp durduğu bir gelecek hayal ettiğini yazıyordu. Elbette ki bunlar çocukça hayallerdi: İlk oğlu Franck’ın bakımını üstlenemediği için çocuk annesi Paula Banholzer’in akrabaları tarafından yetiştirildi ve ilerleyen yıllarda artık pek bir ilişkisi kalmadığı babasını “kovalayan” Nazi birliklerinden birisi içerisinde Rus cephesinde öldü.

Brecht ilerleyen yıllar içerisinde sosyalizmle tanışıp, entelektüel anlamda güçlendikçe olgunlaştı ve gençliğinin bohem yaşantı tarzından kurtularak toplumsal dertleri olan bir sanatçıya dönüştü. Ancak kendi kuşağının yeşerttiği bu cinsel davranış biçimlerini hiçbir zaman sorgulamadı. Hayatını paylaştığı değişik kadınlara, yaşadığı hayat biçiminin burjuva ahlakını hiçe sayan özgürlükçü bir yönü olduğunu söylüyordu. Brecht’e bir öğretmen, kendi ufuklarını açan bir deha olarak bakan ve ona hayranlık duyan bu genç kadınlar da durumu kabulleniyorlardı. Ancak bu açıdan bakıldığında Brecht’in hayatından geriye kalanlar pek de iç açıcı değildir: birinci kadın olarak tüm sürgün hayatı boyunca Brecht’i sırtında taşımış bir Helena Weigel ve onunla rekabet içerisinde olan, birbirlerinden kimi zaman yüz yüze bakamayacak kadar nefret eden, içlerinden birisi intihar girişiminde bulunmuş, bir diğeri Brecht ve ailesinin peşinden giderken Rusya’daki bir senatoryumda ölmüş, depresif bir kadınlar grubu. Devrimci bir sanatçı olarak Brecht’in kendine has “cinsel etiğinin” ciddi bir eleştirisi, ancak feminist hareketin yükselmesiyle birlikte gündeme gelecektir: Bir yandan Brecht’in tiyatral estetiği ve kuramı politik bir feminist tiyatronun inşası için kullanılırken, diğer yandan onun karşı cinsle kurduğu ilişki biçimi eleştirel bir bakış açısıyla mercek altına alınacaktır.

Bu yönüyle ele aldığımızda devrimci kültürün önemli ikonalarından birisi olarak Brecht, gerçekte sol muhalif kültür içerisinde, özellikle sanatçı kesim arasında yaygın olan önemli bir sorunu gündemimize taşır: Cinsel yaşamın kuruluşunda her iki cinsi de mağdur etmeyecek politik ve etik bir tutumun eksikliği. Sol kültür içerisindeki bu eksikliğin, gerçekte erkek egemen tavrı korumaya dönük gizil bir direnişten kaynaklandığını iddia eden Dario Fo’nun o güzel oyununu, “Açık Aile”yi hatırlayalım. Dramaturji açık ve nettir: “Cinsel devrim” adı altında erkeğin kendisi için yarattığı özgürlük alanı kadın için bir mahkumiyet alanına dönüşmektedir ve erkeğin özgürlüğüne özenen kadın, bu özgürlüğü yaşayamamasının nedenlerini kendi yetersizliklerine bağladığı oranda güçsüzleşmekte ve kişilik çözülmesine uğramaktadır. Oyunun kadın karakterinin metaforik bir söylemle dile getirdiği gibi: Bu ilişki sadece bir taraftan açık olabilir, eğer iki tarafı da açık olursa cereyan yapar.

Esatoğlu’nun yıllar önce karşılaştığı suçlamaları savuşturmak için, sol muhalif kültürün önemli bir ikonasına referans yapması tesadüf değildi. Çünkü aslında bu sayede bir geleneği arkasına alarak konuştuğunun, karşıt sesleri “sizler aslında muhafazakar ahlakın sınırları içerisindesiniz” diyerek susturabileceğinin farkındaydı. Gerçekte karşısında örgütlü bir kadın hareketi olmasaydı işe yarayacağı düşünülebilecek bir yaklaşımdı bu. Belki de daha önce işe yaramıştı da. Sonuçta bu tartışma ATÇ’de bir ayrışmanın kaçınılmaz olduğunu ortaya koydu ve bir dönem için Esatoğlu’nun ortalıklardan kaybolmasına neden oldu. Ancak ilginç olan oydu ki aradan geçen yılların yine Esatoğlu’nu haklı çıkardığı fark edildi: Bir süre sonra kendisinin yaşananlarla ilgili hiçbir özeleştiri vermeden kimi sol muhalif kurumlar arasında gezinmeye devam ettiğinin duyumları alınmaya başlandı. Bu, olaylardan açıkça haberdar olmalarına rağmen onu kurumları bünyesine dahil eden yöneticilerin yaşananlar karşısında en az Esatoğlu kadar duyarsız olduklarının bir kanıtıydı belki de. Ya da yazının başından beri etrafında dolanıp durduğumuz muhalif çevrelerde yaygın cinsellik algısının sınırları dahilinde, Esatoğlu’nun sergilediği davranış biçiminin çok da sorunlu bulunmadığının, hatta belki de belli oranda onaylandığının bir göstergesiydi. Belki Esatoğlu’ndan zaman zaman rahatsız olunduğu da oldu, ama belli ki ahbap çavuş ilişkileri içerisinde ona hep göz yumuldu. Ta ki son Barışarock organizasyonunda bir grup aktivist artık bu duruma göz yummayacağını ilan edene dek.

Son gelinen noktada, Brecht vakasında olduğu gibi, Esatoğlu vakasında da alternatif bir yaklaşım için gereksinim duyulan fırsat, ancak örgütlü kadınların sesi işitilmeye başlandığında ortaya çıkmış oldu. Muhalif kurumlarda çalışan erkek tiyatroculara gelince: Artık Esatoğlu’nu sahiplenerek dayanışma adı altında “ben de tacizciyim” bayağılıklarına kapılmak yerine, tüm o devrimci cilanın altında yatan karşı cinse egemen olma, maço tabirle “dizginleri elinde tutma” kültürüyle hesaplaşma zamanı geldi. Brecht’e falan referans yapmaya hiç gerek yok! Eğer alternatif kültür, kendi alternatif cinsel politikalarını örgütlemezse, o alanı pop-starların magazin dünyası belirlemeye devam edecek.

tıkla


(Ayrıca) tıkla:
Barışarock'ta neler oldu?... 1
Barışarock'ta neler oldu?... 2
Barışarock'ta neler oldu?... 3
Barışarock'ta neler oldu?... 4
Barışarock'ta neler oldu?... 5
Barışarock'ta neler oldu?... 6