14 Eylül 2007 Cuma

Düşüncenin ve Birikimin Karşılığını Vermek

Bir dergi çıkarmak için para gerekiyor; büro kirası, kağıt, matbaa, ulaşım, elektrik, su, telefon, vergi...

Aşağıdaki yazıda da, çok net anlatıldığı gibi, bir dergi çıkarmayı gerekli kılan, en önemli etmen düşünsel birikimdir. Düşünsel birikime sahip olduğunu iddia eden kişi, kuruluş, kurumlar; dergi çıkarma sevdasına tutulurlar. Bunları anlamak çok kolay...

Bir de, özgüven yoksunluğu yada noksanlığı (belki satış kaygısı!) nedenleriyle, tanınmış imzalara gereksinim duyulur. Bir derginin başat etmeni olan, düşünsel birikim sahibi kişilere çağrı yapılır. Ne var ki, herşeye para bulan (yada bulmak zorunda olan) kişiler, ne yazık ki, bir derginin olmazsa olmazı olan düşünce üreticilerine para ödemeyi akıllarının ucundan bile geçirmezler...

Genellikle; emek, demokrasi, özgürlük, barış, eşitlik... gibi sözlerle süslenen bu dergilerin samimi olmadıkları, gün gibi ortadadır. Bu durumu açımlaması anlamında, son derecede öğretici ve yararlı bir yazı olan "Düşüncenin ve Birikimin Karşılığını Vermek" başlıklı yazıyı, Ahmet Cemal'in izniyle yayımlıyoruz:



Ahmet Cemal


Kimi zaman medyada enflasyon oranlarıyla bağıntılı olarak, o dönemdeki "en ucuz" mallardan da söz edilir. Sevgili okurlarımın şunu bilmelerini isterim ki, ülkemizde bu tür açıklamalar hep bir yalanı, en azından bir gerçeği saklama durumunu içerir. Çünkü bu ülkede yıllardır en ucuz, hatta çoğu zaman "bedava" olan ürünler, düşünce ve birikim ürünleridir. Üstelik, biraz sonra açıklamaya çalışacağım gibi, ucuz ya da bedava olmaları bir yana, bu gruba giren ürünlere karşılık "ödeme" yapılmasının, yapılması gerektiğinin düşüncesi bile neredeyse ayıptır, yakışıksızdır, olmaması gereken bir şeydir. Ve bütün bunların doğal sonucu olarak: Yine bu gruba giren ürünler, karşılıksız istenmesi en kolay ürünlerdir.

Yıllardır hep olduğu gibi, bu yıl içersinde de bir dergi için bir yazı yazma önerisi aldım. Telefondaki son derece nazik ve saygılı ses, yeni bir dergi çıkartmak üzere olduklarını ve konuyu söyledikten sonra, böyle bir konuda benim imzamı taşıyan bir yazının da dergide yer almasının kendileri için bir "gurur kaynağı" olacağını söyledi. Nazik sesin sahibine teşekkür ettikten sonra ve yazının gönderilme tarihini de saptadıktan sonra -eski deneyimlerime dayanarak, bu konuşmaya artık karşı tarafça son verileceğini tahmin ettiğimden- "Telif konusunda ne düşünüyorsunuz?" sorusunu sordum. Şaşkınlıktan kaynaklanma, kısa bir sessizlik oldu. Sonra: "Ne gibi?" diye bir karşı-soru geldi. "Yani, dergide yer alacak yazılara ne kadar telif ödüyorsunuz?" -bu sormakta yıllardır geciktiğim, çok haklı soruyu ben sormuştum. Verilen karşılık, bu kez de yanılmadığımı gösterdi. "Şimdilik" herhangi bir telif düşünülmüyormuş, çünkü ortada zaten büyük özverilerle oluşturulan bir girişim varmış. Dergi için bir yer tutulmuş, kağıt ve baskı giderleri olacakmış, başkaca giderler olacakmış; şimdi bütün bunlara ek olarak... Evet, bütün bunlara ek olarak, o dergiyi dergi kılacak asıl unsura ya da temele, yani dergide yer alacak düşünce ve birikim ürünlerine, yani yazılara da bir bütçe ayrılması, yazarlara ve çevirmenlere ödeme yapılması düşünülebilir miydi? Telefondaki nazik ve saygılı sesin söylemeye çalıştıklarından çıkan anlam, buydu.

Haklıydı. Düşünülemezdi. Aslında o gencin -sesinden genç biri olduğu anlaşılıyordu- bir suçu da yoktu; o ve yaşıtı olan, dergi girişiminde onunla birlikte yer alan arkadaşları, dünyaya gözlerini böyle bir geleneğin atmosferinde açmışlardı. Bu geleneğin adı, girişim ne olursa olsun, düşünceyi ve birikimi karşılığı ödenmesi gereken değerler skalasının en sonuna yerleştirmek veya hiçi yerleştirmemekti.

Bu geleneğin içinde doğanlar için, örneğin bir derginin bürosu ya da yönetim yeri olması amacıyla kiralanan yerin kirasının ödenmemesi, elbette söz konusu değildi. Derginin basılacağı kağıda karşılık para ödenmemesi de elbette söz konusu değildi. Buna benzer daha bir sürü kalemin zorunlu kıldığı giderleri karşılamamak diye bir şey de -yine elbette!- olamazdı.

Ama düşüncesine ve birikimine güvenilerek kendilerinden yazı veya çeviri isteyenlere bir ödeme yapılmaması çok doğaldı, böyle bir şeyin sözünü etmek bile aslında yakışıksızdı, ayıptı, çünkü sonuçta "idealist" bir tutum ve durum söz konusuydu! Böylelerine, gerçekten iyi niyetle ve içtenlikle önerim, şu olacak: Bu tutumunuzu değiştirseniz ve diyelim sizin "idealist" diye nitelendirdiğiniz tavrı paylaşıp paylaşmamayı biraz da düşüncelerinden ve birikimlerinden yararlanmak istediklerinizin seçimine bıraksanız? Örneğin tasarladığınız derginin bütçesini yaparken, daha baştan bilginin ve birikimin karşılığını da ödemeyi doğal saysanız ve böyle bir ödemeyi kabul edip etmemeyi ya da önerdiğiniz miktarda indirim yapmayı karşı tarafın iradesine bağımlı kılsanız? Onun "idealizmini" daha en baştan varsayıp, bunu üstüne oynamasanız? Çünkü bunu yapmadığınızda ne oluyor, biliyor musunuz? Diyelim geçerli düzene "muhalif" iseniz eğer, o düzenin en kötü yanlarından biri olan "düşünceyi ve birikimi boşlama" eylemine siz de -farkına varmadan- destek çıkmış oluyorsunuz!

13 Eylül 2007 Perşembe

Japonya, artık uzak değil...

Coğrafya, edebiyat ile yaşanır... Siz, Japonya'yı yaşamak istiyorsanız, Akutagawa'yı okumalısınız. Akutagawa'yı okumayan, Japonya'yı, hatta dünyayı yaşamış sayılmaz...

Bize, coğrafyayı öğrenmemizde, kimler yardımcı olur?... Tabii ki, çevirmenler...

Dilimize egemen olan çevirmenlere sahip oldukça, gerçeğin yazınsal yansımasına kavuşabiliriz. Peki, böyle çevirmenler var mı?... Var, ama... Ne yazık ki pek az!...

Oğuz Baykara, bir çevirmen... Kitaptan öğrenip, kitaptan çeviri yapan, glikozlu çevirmenlerden değil!... Tam bir şeker tadı veren çevirilere imza atan, gerçek bir çevirmen...

Dünya nimetlerini, elinin tersiyle iterek, daracık mekanlarda yaşamayı göze alıp, yıllarca, hem de uzun yıllarca Japonya'da yaşayan Baykara; çevirilerini okuduğunuzda, size, salt iki boyutlu selülozik ortam sunmuyor. Kanıyla canıyla, düşleri ve istemleriyle... insanın tüm evrenini sunuyor...

Japonya denilince, "teknik robotlar ülkesi" gibi algılanan coğrafyanın, önemli, hem de çok önemli bir yazın sanatı içerdiğini bilen Baykara, bizlerin de, bu evreni algılamamız için büyük bir çaba harcıyor...

Ürün Yayınları tarafından yayımlanan, Kappa adlı uzun öykü / kısa romanı dilimize kazandıran Baykara, yazınsal evrenimize, olağanüstü bir katkıda bulunuyor...

Kendisine teşekkür borçluyuz... Bu borç kolay ödenmez... Şimdilik kısa bir yazıyla, borcumun ilk taksitini ödedim. Diğer taksitleri de, zamanı geldiğinde ödeyeceğim...

tıkla

Taciz parantezi!...

Emperyalizm uşaklığıyla suçlananlardan Fadime Yılmaz, tacizcilikle suçluyor:


(...) Güya olgular ve belgelerle konuşan “BARIŞAROCK” katılımcısı tiyatrocular. Sizler de yukarıda bahsettiğim grup üyeleri gibi bir tacizciyi savunduğunuzun farkındasınız sanırım. Belge istiyorsanız, buyrun o dönemde yazılan yazıları tek tek yayınlayın sitelerinizde. Sizin için mağdurların beyanları hiç mi önemli değil? Esatoğlu (namı diğer Behruz) deyim yerindeyse cinsel organı elinde dolaşan bir tacizcidir. Bu adam sapıklık derecesinde bir istismarcıdır, hastadır. Bize göre derhal tedavi olması ve tiyatro eğitmenliğini bırakması gerekmektedir. Yoksa mağdurların sayısı artmaya devam edecektir. Yalnızca bizleri değil kaç tane ortaöğrenim öğrencisini taciz ettiği, kaç okuldan atıldığını bilmeyen yoktur. Varsa da İstanbul dışında yaşayan ve festivalden festivale “ilk kez misafir olarak“ katılan insanlardır.

Bizim için sorun yalnızca Esatoğlu sorunu değildir. Bizler biliyoruz ki, partilerde, sendikalarda, derneklerde bu gibi vakalar yaşanmaktadır. Fakat bu meseleler kurumlar içerisinde örtülerek mağdurlar bir kez daha mağdur edilmektedir. Ben şahsım adına susmayı düşünmüyorum. Söylediklerim ne “Komplo”dur ne de “Yalan”. Talep edilen bütün platformlarda çıkıp konuşacağımı buradan herkese bildiririm. (...)

tıkla


(Ayrıca) tıkla:
Barışarock'ta neler oldu?... 1
Barışarock'ta neler oldu?... 2
Barışarock'ta neler oldu?... 3
Barışarock'ta neler oldu?... 4
Barışarock'ta neler oldu?... 5
Barışarock'ta neler oldu?... 6
Barışarock'ta neler oldu?... 7
Barışarock'ta neler oldu?... 8

Bill Clinton parantezi!...

Tacizcilikle suçlanan Mehmet Esatoğlu, emperyalizm uşaklığıyla suçluyor:


(...) 1996 yılında; İstanbul’da gerçekleşen Habitat Zirvesi’nde, ABD Başkanı Bill Clinton, kitle örgütleri için yeni bir yol çizdi. Neydi bu yol? Kitle örgütleri; yani dernekler, sendikalar, vakıflar, kooperatifler... var olan sisteme muhalefet alanları olmayacak, aksine,sistemin eksik ve gediğini toparlayan, bu yönde çalışmalar yapan kuruluşlar olacaklar. Sistem de bu kuruluşlara gereken desteği verecek. O günden itibaren, ülkemizdeki tüm kitle örgütlerinde bir yol ayrımı ortaya çıktı. Bu iki eğilim bir süre kendi içinde çatıştı. ATÇ içinde de, bu tartışmanın yansımaları oldu. İçimizdeki bazı topluluklar, ATÇ’yi sisteme ve onun yoz kültürüne karşı çıkan duruşundan uzaklaştırmaya çalıştılar. Onlara göre, ATÇ yalnızca tiyatro eğitim seminerleri ve atölyeler yapan bir “sivil toplum kuruluşu” olacaktı. Ben bu eğilimlere karşı “Sisteme Başkaldıran Amatör Tiyatro” başlıklı bir yazı yazdım. Bu yazıdan sonra aramızdaki yol ayrımı keskinleşti. BGST (Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu) bünyesinde yer alan Tiyatro Boğaziçi, bu yeni eğilimin başını çekiyordu. Bu nedenle 1999 - 2000 sezonunda aramızda, ATÇ geleneğine uymayan sert tartışmalar yaşandı. Bu tartışmalar sırasında, kimi grupları bana karşı kışkırtmaya çalıştılar. Başaramadılar. 2000 yılı sonbaharında, benimle iki yıldır çalışan bir topluluk olan Özgür Sahne oyuncuları, ellerine tutuşturulan bir metinle beni suçladılar. Bu bir komploydu. Bir ay önce, benim kendilerine yeterince zaman ayırmadığımdan yakınan topluluktaki oyuncular, bir ay sonra, benim kendilerini taciz ettiğimi söylediler. Bu iddialar üzerine bazı toplantılar yapıldı. Ama bir sonuca varılamadı. Bunun üzerine, toplantılara katılmayan bazı topluluklar, benimle hiçbir şey konuşmadan, ATÇ’den ayrıldılar. İstanbul Alternatif Tiyatrolar Platformu (İATP), böyle bir komplo ile kuruldu. Bill Clinton’ın 1996’da formüle ettiği yolda ilerlemeye koyuldu. (...)

tıkla


(Ayrıca) tıkla:
Barışarock'ta neler oldu?... 1
Barışarock'ta neler oldu?... 2
Barışarock'ta neler oldu?... 3
Barışarock'ta neler oldu?... 4
Barışarock'ta neler oldu?... 5
Barışarock'ta neler oldu?... 6
Barışarock'ta neler oldu?... 7
Barışarock'ta neler oldu?... 8

Barışarock'ta neler oldu?... 8


TACİZLERİN MAĞDURLARI VE TANIKLARI KONUŞMAYA DEVAM EDİYOR!

Tiyatro Eğitiminde Cinsel Taciz Üzerine Bir Görüşme

Düzenleyen: Esra Aşan / 15 Eylül 2007 2007


BarışaRock’taki feminist protestolarla yeniden gündeme gelen Mehmet Esatoğlu ve tiyatro eğitiminde cinsel taciz meselesi festival sonrasında da tartışılmaya devam ediyor. Protestoları tetikleyen ise birkaç yıl önce çalıştırıcısı Mehmet Esatoğlu’nun tacizine uğramış olan genç bir kadının alanda tacizcisiyle karşılaşması ve feminist aktivist olan annesinin duruma müdahil olmasıydı. Protestocular, söylem olarak cinsiyetçilik karşıtı olduğunu ifade eden böyle bir festival alanında bir tacizcinin olmaması gerektiğini düşünmüş ve bu feminist duyarlılıkla hareket etmişlerdi.

Tiyatro eğitiminde cinsel tacize açık ortamlar kuran Mehmet Esatoğlu’nun çalıştırıcılık yöntemi, ilk kez 2000 yılında Amatör Tiyatrolar Çevresi içinde Özgür Sahne’den kadınlar tarafından tartışmaya açılmıştı. Konunun İstanbul’daki kadın hareketi bileşenlerine taşınmasıyla tartışmaların feminist öncüllerle şekillenmesine katkı sunulmaya çalışılmıştı.

2005 yılında Toplumsal Araştırmalar Vakfı’nın çatısı altında, tiyatro eğitimi esnasında Mehmet Esatoğlu’nun faili olduğu bir taciz daha gerçekleşti. Bu durum, kurum içinde deşifre edilince Esatoğlu’nun vakıfla ilişkisi kesildi. Bu olay, daha önce de sol ve feminist belli kurumlar tarafından bilinmekle beraber, ilk kez tüm açıklığıyla Barışarock esnasında kamusallaştı.

Tiyatro eğitiminde cinsel tacize açık ortamlar kuran Mehmet Esatoğlu konuya ilişkin hala bir özeleştiri vermemiştir. Bu tartışmaları şahsına ilişkin bir komplo girişimi olarak nitelendirerek çalışma tarzından rahatsızlık duyan kadınların beyanlarını yok saymaya devam etmektedir.Yaşanan bir taciz vakasında en önemli aşama tacizin açıklanmasıdır. Yaşananların paylaşılması gerçekleşmeden, sorunun çözümüne dönük adım atmak da imkansız hale gelir.Bu sebeple tiyatro alanına çeşitli düzeylerde katkı sunan bir grup feminist kadın olarak, aldığı tiyatro eğitimi esnasında cinsel tacize maruz kalan genç kadınla görüştük. Bu görüşme notlarında, konunun hassasiyeti ve çeşitli çevrelerde seviyesiz ve cinsiyetçi yaklaşımlarla meselenin bir dedikodu malzemesi olarak ele alınabileceği kaygısıyla öncelikle mağdurun söz hakkını gözeterek ve politik bir tercihle isim verilmeyecektir.

Mehmet Esatoğlu ile ne zaman ve nasıl tanıştın?

2005 yılının son aylarıydı, Mehmet Esatoğlu Toplumsal Araştırmalar Vakfı’nda (TAV) çocuklara tiyatro-drama eğitimi veriyordu. Ben de o sene tiyatrocu olmaya, konservatuar sınavlarına girmeye karar verdim. Ben daha önce de TAV’da dört yıl kadar tiyatro dersleri almıştım. O yüzden de yine ilk önce TAV’da araştırma yaptım. Bize Mehmet Esatoğlu’nun çalıştırdığı bazı öğrencilerin Müjdat Gezen’in sınavlarını burslu olarak kazandığı söylenince, onunla görüşmeye karar verdik. Annemle beraber konuştuk. Adam o konuşmada bizi ikna etti. Bir sürü şey anlattı, Küba’dan bahsetti, annemin komünist damarı kabardı. İşte bu şekilde TAV’da, kendisinden tiyatro dersi almaya başladım. Sonrasında da taciz geldi zaten. Ve bitti.

O sırada kaç yaşındaydın?

17 yaşındaydım, lise sona gidiyordum.

Peki bu çalışmaya yalnızca sen mi katılıyordun?

Evet tek başımaydım. Bir keresinde vakıfta çalışma yapan küçük bir çocuk yanımızdaydı o kadar, o zaman da çalışma yapmıyorduk, konuşuyorduk. Zaten iki ya da belki üç ders yapmıştık en fazla. Sonra sıkıntımı anneme açtım. Daha sonra da babama anlatmıştım. Babama anlatmak, anneme anlatmaktan daha zor oldu tabii. Annemin feminist bir kadın olması önemli. Annem kızar, ona söylemek daha rahat. Ama babam üzülür diye düşündüm. Benim için de çok zor oldu. Olaydan çok sonra, bu sene Masal-Gerçek tiyatrosunda tiyatro yapıyordum meğer aynı mekanda onlar da prova yapıyormuş, çalışıyormuş. Duyduğumda ağladım. Adamın ismini duyduğumda provaya devam edemedim.

Bize biraz da Esatoğlu ile yaptığın çalışmalardan bahseder misin?

Annemle ilk konuşmaya gittiğimde bana Stanislavski’nin Bir Aktör Hazırlanıyor kitabını okumamı söylemişti. Okudum ben de. “Bununla ilgili soruların varsa gel konuşalım” dedi. Ben de kitapta bazı başlıklar belirledim. Bu başlıklar üzerinden konuşmaya başladık; sonra da uygulamalı konuşmaya başladık. Ben bazı sorular sordum ona. O da bana anlattı, zaten en başta anlatış tarzı hoşuma gitmedi.

Bu konuşmalarda seni rahatsız eden somut olarak ne oldu?

Kitap üzerinden bir iki soru sormuştum, neden sonuç ilişkileri üzerinden bir şeyler. O da bana dedi ki: “Mesela” dedi “senin çocuk sahibi olabilmen için neden sonuç ilişkisine göre bazı nedenlerin olması gerekir” dedi. “Bazı şeyler olması gerekiyor. Atıyorum senin evde yalnız kalman gerekiyor. Annen baban şehir dışına gitti; ya da sen onları evden yolladın. Sonra ben senin evine geldim sonra biz içtik. Bir şeyler oldu; yakınlaştık. Sen bu şekilde ancak hamile kalabilirsin mesela” dedi. “Sonra, çocuğu ne yapacağız diye düşünebiliriz.” falan gibisinden şeyler söyledi.

Stanislavski okuması ve sonrasında senin soruların bu örnekle mi yanıtlandı? Yani çalışmanın masabaşı kısmı bu şekilde miydi?

Evet aynen öyle. İşte bu masa başı konuşması.

Peki başka ne tür “teatral” çalışmalar yaptırdı?

Bir de derslerde şunları yaptık: Bir iki tane alt metinle -yine Stanislavski’den yola çıkarak- neden sonuç ilişkileriyle ilgili çalışmalar yaptık, doğaçlama benzeri şeyler. Bir kaç tane de doğaçlama yaptık. Doğaçlamalarımdan birinde ‘kocamı bekleyen hamile kadın’dım. Yani ben sürekli hamile kalıyordum. Ya konuşmalarda ya da doğaçlamalarda hamile oluyordum. Mesela diyordu ki: “Hamile kaldın, kocan çocuk istemiyor. Ne yaparsın?”

Seni sıkmıyorsak eğer, bize bu adamın seni taciz ettiğine karar vermene sebep olan diğer doğaçlamalardan da biraz söz eder misin?

Başta yapılanlar çok basit ve normaldi zaten. Mesela biriyle tanışırken ne çok yırtık, ne de çok tutucu görünmemek gibi, yani tanışma ile ilgili bir şeyler yapmıştık. Bir başka doğaçlamada şöyle olmuştu ama: “sevgilinle yıldönümündesin dans ediyorsunuz ve sevgilinle ilgili bir şeyler yapıyorsun” dedi. Beni dansa kaldırdı, ışığı kapattı, müziği açtı. Sonra biz bununla dans ediyorduk. Şöyle başladı.

- Hayatım çok güzel burası değil mi?

- Evet güzel.

O bir şeyler söylüyor ve ona cevap vermemi istiyor. Ben de veriyorum. Ama artık içimden gelmeyerek söylemeye başladım.

- Hayatım seni çok seviyorum, sen de beni seviyor musun?

Hani insan hisseder ya kötü bir şeyler olduğunu, işte bunu hissettiğim için cevap vermek istemedim. O da “seviyor musun? sevmiyor musun?” dedi. Ben de “Ben de seni seviyorum” demek zorunda kaldım. Ondan çok rahatsız oldum. Sonra ışığı yaktı.Bir defasında da şu oldu: Bir şey anlatacaktı, konu nereden geldi bilmiyorum. “İki tane öpüşme vardır amacı da farklıdır” dedi. “Ben seni yanağından öpsem” dedi ve yanağımdan öptü, “bu bambaşka bir şeydir” dedi. “Ben seni dudağından öpsem, bu da bambaşka bir şeydir” dedi ve tam dudağımdan öpeceği sırada ben geri çekildim. İşte böyle şeyler oldu.

Tacizin senin için görünür hale gelmesi de bu çalışmada oldu herhalde.

Bu ikinci ya da üçüncü çalışmamızdı. İlk çalışmada kendimle ilgili çalıştık. Genelde sohbet ettik, neden-sonuç üzerine. Şüphelendiğim hiç bir şey olmadı. Sadece konuşmuştuk ilkinde. “Kambur durma, dik dur, güzelsin, farkına var, aynada çıplak kendini izle” falan dedi. Bunlar güzel şeyler aslında. “Evde tek başınayken aynada kendini izle. Bedeninin farkında ol.” Bunlar tiyatro için gerekli şeyler ve söylemesi hoş. Ama sonra söyledikleri güzel değil tabii.

Sonra yapılan egzersizlerde iş çığrından çıkmış görünüyor. Durumu annene, bu iki çalışmadan sonra mı açıkladın?

“Ben iki hafta yokum görüşürüz” dedi; mailimi aldı. Ben çalışmadan ilk çıktığımda kötü bir şey olduğunu hissettim ama kondurmak istemedim. Nasıl desem? Tiyatro kisvesi altına da sığınabilirdi. Ben de yanılmış olabilirdim. Günahını da almak istemedim çünkü ben de yanılabilirim. Sonuç itibariyle kendimi çok kötü hissettim oradan çıktığımda. En azından gençlere eğitim veren bir insanın daha dikkatli olması gerekirdi. Arkadaşımla konuştum. “Böyle böyle oldu” diye anlattım. “Sence nasıl bir şeydir bu ya?” dedim. “Bu gerçekten tiyatro mu ben mi abartıyorum?” Çok şaşırdım, şaşkına döndüm zaten. Kendimden şüphe ettim artık. Arkadaşım da “Bunda ters bir şeyler var. Böyle olmaması gerekir. Sen bunu annenle konuş” dedi. Sonra annemle konuştum. Annem “bunlar kötü şeyler” dedi. “Bu bir taciz, böyle düşünmekte haklısın.” dedi. “Haklı olmasan bile, onun sana böyle hissettirmemesi gerekiyordu” dedi. “Daha dikkatli davranması gerekiyordu” dedi. Ondan sonra vakıftaki yetkililerle konuştuk zaten. Orada beni küçüklüğümden beri tanırlar, ben orada dört sene tiyatro eğitimi aldım. Biliyorlardı öğrenci olarak nasıl olduğumu.

Daha öncede TAV’da tiyatro eğitimi almıştın, hem de dört yıl gibi uzun bir süre, ama benzer bir sorunla karşılaşmamıştın herhalde.

Hiç böyle bir şey yaşamadım. Zaten bayan hocalarım vardı. Kısa bir dönem bir tane erkek hocadan da ders aldım. Ama kesinlikle böyle şeyler yaşamadım. Bizim yaptıklarımız tiyatroya hizmet eden şeylerdi. Bir de Mehmet Esatoğlu ile derslerimizde bir örnek verildiğinde genelde şu vardı: Yaşlı erkekle genç kızın aşkı. Neden biz seninle amca-yeğen olamıyoruz, baba-kız, abi-kardeş olamıyoruz? Neden biz seninle sürekli aşk yaşıyoruz? Sürekli bir aşk ortamındayız biz onunla. Bana şöyle diyordu mesela, ödev olarak: “Şu gözleri beğenmiyorsun –kendi gözlerini gösteriyordu- ama tiyatroda rolün gereği sevmek zorundasın. Zamanla bu gözleri sevmek zorundasın. Şurasını beğenmiyorsan –yüzünde herhangi bir yeri gösteriyordu- zamanla ona alışacaksın, ona aşık olacaksın. Bu şekildeydi, sonuçta biz onunla hep bir aşk yaşama ortamındaydık yani.

Annenden sonra da babana anlattın meseleyi, peki daha sonra neler oldu?

Evet. Netleştim ve babama anlattım. Zaten babam konuştu yanlış hatırlamıyorsam, babamın konuşmuş olması lazım vakfın yetkilileriyle. Direkt zaten çıkartıldı işten. Demiş ki: “Burada bir yanlış anlaşılma var, ben onun babasıyla konuşmak istiyorum”. Babam kesin tavrını koydu. “Ben kızıma inanıyorum. Kızımın bu şekilde üzülmesini istemiyorum. Benim o adamla konuşacak hiçbir şeyim yok” dedi. Bu şekilde cevap verdi onlara da.

TAV’daki yetkililer de senin tacizle ilgili beyanını esas aldılar.

Evet benim beyanımı göze alarak işine son verdiler. Çok affedersiniz. İstifaya zorlandı. “Kendi rızanla istifa et” dediler. Yanlış hatırlamıyorsam, bana söylenen buydu. Yanlış hatırlıyor da olabilirim, annem bu konuda çok daha bilgili. Ben o dönem birçok şeyi bilmek istemiyordum, dinlemiyordum. Açıkçası adamın adını bile duymak istemiyordum. Anlatılan şeyleri de yarım kulak dinliyordum.

Taciz sözkonusu olduğunda, kadınlar açısından en zor süreç meselenin açıklanmasından sonraki süreç oluyor genel olarak. Daha sonrası ve Barışarock’da yaşadıkların hakkında da bir şeyler anlatmak ister misin?

Çok sıkıntılarım oldu. Konservatuara hazırlanıyordum, dediğim gibi. Ben bir dönem tiyatrodan çok soğudum, hem de bir senem kalmıştı ve hazırlanmam gerekiyordu. Sonra başka bir hoca ile çalışmaya başladım. Bu meselenin bana şöyle bir zararı oldu. Kendime olan güvenimi yok etti. Ben hocamla tirad çalışmam gerekirken, bir iki ay boyunca ‘tiyatro sahnesinde güven’ çalıştım. Kendime güvenim yeniden gelsin diye. Rolde coşkuları çıkartamaz oldum. Kendime ket vuruyordum. Duyguları ortaya çıkarmakta, kendimi engelliyordum. Bu şekilde rahatsızlıklarım oldu ve ondan kaçtım, adamdan sürekli kaçtım. Taa ki Barışarock’a kadar.

Bu ilk karşılaşma mıydı?

Daha önce bir kere daha karşılaşmıştık. Bilgi Üniversitesi’nde. Annemle babamın konferansı vardı. Ben de onlara destek olmak için o gün gitmiş, arkadaşımı da sınava götürmüştüm. Hiç beklemediğim bir anda o gün karşıma çıktı ve yüzsüz yüzsüz bana baktı. O kadar kötü hissettim ki kendimi. Yine kendimden şüphe ettim. En nefret ettiğim şeydi bu. Beni kendimden şüphe ettirmesinden nefret ediyorum. Çok kötü oldum. Ondan sonra da BarışaRock’da karşılaştık.

Orada göreceğini biliyor muydun peki?

Annem bana “görebilirsin” demişti. “Çalıştırdığı bir grup varmış, o da mutlaka oradadır, hazırlıklı ol” dedi. Ben bunu unutmuştum. Arkadaşımın çadırına doğru gidiyordum. Amatör Tiyatrolar ekibinin önünden geçerken onu gördüm. Ve çok kötü oldum. İki senedir görmedim adamı, elim ayağım boşaldı birden. Arkadaşlarımdan uzaklaştım. Kayboldum. Biraz sakinleşmek için yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Benim suçum değildi bu yaşananlar biliyordum ama bir şekilde beni etkiliyor sonuçta. Bir kere daha karşılaştık, o beni görmüyor hep ben onu görüyorum ama. Ondan sonra eylem yapıldığını duydum Barışarock’da Annem haber verdi gidemedim ilk eyleme. Orada savunma yapan insanların “sarhoş” olarak adlandırıldığı ilk eyleme gidemedim. Ondan sonra “nereye kadar kaçacağım” dedim. Ben de gittim. Ben de orada bir şeyler yapmak istedim. Bazı insanların inanmadığını görünce çok kötü oldum. Orada da sinirlerim boşaldı, ama sonunda sakinleştim. Ben de orada sesimi çıkardım. Bir şeyler yaptım En azından orada bulundum. Bu bana çok iyi geldi. Bir şeyler yapabilmek ona karşı. O gece de bayağı konuştuk zaten. Bu bana çok iyi geldi. Kendimi artık çok daha güçlü hissediyorum.

Barışarock’da eylemi yapanlar arasında yer alman ve şu an kendini çok daha iyi hissediyor olman çok sevindirici.

Evet bir sürü insan, duyan duymayan herkes geldi. Bir de şunu belirtmek istiyorum özellikle. Oraya gelen bazı insanlar “Barışarock tiyatroyu engellemeye çalışıyor” dedi. Belki o şekilde fişin çekilmesi yanlış bir davranış olabilir orada. Ama “tiyatro engellenmeye çalışıldı” denmesi beni çok üzdü. Orada birçok tiyatrosever insan var. Ben de bunlardan biriyim. Tiyatroyu engellemeye çalışmıyoruz. Bunun altını çizmek istiyorum özellikle. Sadece öyle bir insanın öyle bir ortamda, tacize, tecavüze, savaşa, her türlü şiddete karşı olunan bir ortamda bulunmasını istemiyoruz. Bizim amacımız buydu. Yanlış davranılmış da olabilir, fiş çekilmiş olabilir. Ama bunun sonuçları da farklı empoze edildi orada. İnsanlara “tiyatro engellenmeye çalışılıyor” diyerek etten bir duvar ördü adam kendine orada. Haklıyken haksız duruma düştük, düşürüldük

tıkla


İATP-G SİTESİ EĞİTİMDE CİNSEL TACİZ TARTIŞMASINDA TARAFTIR!


İATP-G Yayın İnisiyatifi



İATP-G sitesini dezenformasyona batmış ve “Tacizcinin Sesi” olma misyonunu üstlenmiş Gölge Tiyatro haber-yorum sitesinin karşı kutupu olarak değerlendirme girişimleri var.

Öncelikle vurgulanması gereken İATP-G sitesinin bir haber-yorum sitesi olmadığı, yalnızca platform gündemini duyurmakla yükümlü olduğudur. Dolayısıyla, haber-yorum yayıncılığı alanında kaynak işlevi görmenin ötesine geçmez.

İATP-G sitesi eğitimde cinsel taciz tartışmasında bir taraftır, çünkü taraf olmamak İATP-G’nin varlık nedeniyle çelişkiye düşmektir. İATP, Amatör Tiyatrolar Çevresi’nin eğitimde cinsel taciz vakasıyla kirletilmesine tavır alan ve taraf olan topluluklar tarafından kurulmuştur. İATP-G de İATP’nin misyonunu muhafaza etmek ve canlandırmak üzere kurulan bir girişim yapısıdır. Bu nedenle, “Esatoğlu tacizci mi?” sorusunu net bir şekilde yanıtlama yükümlülüğü vardır. Aradan yedi yıl geçtikten sonra da İATP-G’nin varlığını sürdürmesi ve balık hafızalı olmadığını göstermesi, Esatoğlu’nun ve onun seri tacizciliğini ört bas eden çevre ve kurumların bir bahtsızlığıdır.

Taraf olma konusunda sıkıntı çekenlere söylenebilecek olan bellidir: Olgu ve tanıklıklara dayalı belgeleri mi esas alacaksınız, yoksa bilinçli ya da bilinçsiz muhakeme kabiliyetini askıya alan tavrınızda ısrar mı edeceksiniz?

tıkla


Tacizlerin Tanığıyım

Fadime Yılmaz / Zeytinburnu Halk Sahnesi (13.09.2007)


Ben de mağdur oldum, ben de tiyatrocuyum, ben de eğitmenim, ben de feminstim, ben de kadınım, BEN DE TANIĞIM.

- Neye mi? Mehmet Esatoğlu’nun sayısız ve sınırsız cinsel tacizine.

- Nerde mi oldu? Tiyatroda. İnsancıl Atölyesinde, sokakta...

- Kimler mi vardı? Yaşları 20 ile 30 arasında olan bir yığın tiyatrocu kadın, felsefeci,tiyatrocu, erkek.

- Kimlere mi tacizde bulundu? Bütün kadın oyunculara, hepimize.

- Nasıl mı yaptı? Tiyatro çalışmalarında söyleyerek, dokunarak, öperek, sarılarak ve bütün bunların bir yöntem olduğunu söyleyerek.

- Kimler mi ortaya çıkardı? Mağdur kadınlar

- SONUÇ? Tiyatroyu bırakan onlarca kadın, dağılan tiyatro grupları..

Evet arkadaşlar “Şapka düştü kel göründü” yıllardır söylüyoruz yazıyoruz, ama kimseler duymadı sesimizi yada duymak istemedi. Bir iki tiyatro sitesi dışına çıkmadı - çıkamadı. Tacizlerin, mağduriyetlerin ardı arkası kesilmedi. Bu sefer üç beş sağlam feminist olan biteni kalabalığa anlatmaya, seslerini duyurmaya çalıştı.

Günlerdir tiyatro sitelerinde çeşitli yazılar okuyorum. İnsanlar enini, boyunu, önünü ve sonunu bilmedikleri meselelere tanıklık yazıları yazıyorlar. Ve ben bu yazıları okudukça gülüyorum. Bu tecrübesiz ve “tertemiz” gençlere hem gülüyor, hem acıyorum. Hepsi bulanık camdan bakar gibi bakıyorlar dünyaya ve yaşanan olaylara. Feministler ve mağdurlar dışında hiç kimse hiçbir şey anlamıyor. Bizim olsun kirli olsun felsefesi almış başını gidiyor.

Tiyatroda, sanatta, işte, evde, sokakta, erkek egemen “sol kültür”de bu taciz mevzusunu anlamakta insanlar zorlanıyor. Çünkü anlamak başkalarına anlatma sorumluluğunu yüklüyor. Anladığında kirlendiğini farketme korkusu sarıyor. Madalyonun görünen yüzüyle ilgilenmek çok daha kolay geliyor. Mağdurla empati kurmak başına iş almak gibi bir şey oluyor. Bunun için İstanbul’da yaşayan eğitmenlik-yönetmenlik yapan “insanı” İzmir’den, Aydın’dan gelen insanlar savunuyor. Ne için? “Sol kültür”, “devrimci kültür”, “alternatif kültür” adına. Peki neye tanık bu arkadaşlar? Sonuca. E biz de çıkar tacize ve mağduriyete tanık olduğumuzu söylersek, ve her türlü platformda söyleyeceğiz dersek? Gözümüzün önünde, yanımızda bu kişinin, eğitmenin-yönetmenin, kendisini eğitmenine koşulsuz teslim eden öğrencilerini taciz ettiğini ve bu insanların tiyatrodan uzaklaştığını söylersek n’olur?

Olgularla konuşmak gerekirse konuşalım. 1999 yılında benim de üyesi olduğum Özgür Sahne, Tiyatro Simurg ve İstanbul Sahnesi Beyoğlu’unda bir atölye tutmuştuk. Atölyenin adını da İnsancıl Atölyesi koymuştuk Bizler Özgür Sahneli kadınlar 10 kişinin üzerindeydik. Bu atölyenin her şeyinde yer aldık. Aidatından, kirasından temizliğine kadar. Nede olsa bizim atölyemizdi ve her şeyine ortaktık. Taaki tacize uğrayıp dağılana kadar.

Bir süre geçtikten sonra grubumuzun eğitmenliğini ve yönetmenliğini üstlenen (Hangi aşamada yönetmenimiz olduğunu anlayamadığım) Esatoğlu hepimizi taciz etmeye başladı. Taciz ettiği yetmiyormuş gibi bizim gruptan üç kişiyle, Tiyatro Smurg’tan iki kişiyle, İstanbul Sahnesi’nden bilmem kaç kişiyle aynı anda ilişki yaşadığı ortaya çıktı. Ya onaylayacak ya kaçacaktık. Üçüncü bir yol olduğunu düşündük. Bir yazı yazdık [*] ve bu yazıyı o zaman grubumuzun da üyesi olduğu ATÇ (Amatör Tiyatrolar Çevresi) toplantısında grupların görüşüne sunarak mağduriyetimizi dile getirdik. Söz konusu yazıyı biz yazdık. Ben ve dört arkadaşım. Amacımız.tiyatroda tacizi tartışmaya açmak, Esatoğlu ve onun gibilerinin eğitim pratiklerini sorgulamaları, sol içinde cereyan eden bu olaylardan daha fazla kadınlar-tiyatrocular mağdur olmasın idi. Ama durum beklediğimiz gibi olmadı. Tiyatro Simurg, Bakırköy Oyuncuları, İstanbul Sahnesi ve İnsancıl Dergisi (Bunlar Esatoğlu’nun yönetmenlik yaptığı gruplar, dergi ise Esatoğlu’nun sanat yönetmenliği yaptığı dergi idi) etten bir duvar örerek tartışmayız, tartıştırmayız dediler. Bunların dışındaki ATÇ üyesi diğer gruplar, bunun eğitmen etiğine aykırı olduğunu, bu konuların tartışılması gerektiğini, tacizcilerle birlikte yürüyemeyeceklerini belirttiler. Velhasıl sonuçta bu etik ve ciddi bir sorundur diyenler ayrıldı ve ATÇ dağıldı. Ayrılan grupların çoğunluğu ayrı bir platform kurdular.

Güya olgular ve belgelerle konuşan “BARIŞAROCK” katılımcısı tiyatrocular. Sizler de yukarıda bahsettiğim grup üyeleri gibi bir tacizciyi savunduğunuzun farkındasınız sanırım. Belge istiyorsanız, buyrun o dönemde yazılan yazıları tek tek yayınlayın sitelerinizde. Sizin için mağdurların beyanları hiç mi önemli değil? Esatoğlu (namı diğer Behruz) deyim yerindeyse cinsel organı elinde dolaşan bir tacizcidir. Bu adam sapıklık derecesinde bir istismarcıdır, hastadır. Bize göre derhal tedavi olması ve tiyatro eğitmenliğini bırakması gerekmektedir. Yoksa mağdurların sayısı artmaya devam edecektir. Yalnızca bizleri değil kaç tane ortaöğrenim öğrencisini taciz ettiği, kaç okuldan atıldığını bilmeyen yoktur. Varsa da İstanbul dışında yaşayan ve festivalden festivale “ilk kez misafir olarak“ katılan insanlardır.

Bizim için sorun yalnızca Esatoğlu sorunu değildir. Bizler biliyoruz ki, partilerde, sendikalarda, derneklerde bu gibi vakalar yaşanmaktadır. Fakat bu meseleler kurumlar içerisinde örtülerek mağdurlar bir kez daha mağdur edilmektedir. Ben şahsım adına susmayı düşünmüyorum. Söylediklerim ne “Komplo”dur ne de “Yalan”. Talep edilen bütün platformlarda çıkıp konuşacağımı buradan herkese bildiririm.

[*] “Alternatif Kültür Mü Yozlaşma Kültürü mü?”

tıkla


Daha önce, Gölge Tiyatro'nun yayımladığı;

"ARTIK BELGELERLE KONUŞMA ZAMANIMIZ GELDİ!"

başlıklı yazıyı "Barışarock'ta neler oldu?..." dosyasında, 7 Eylül 2007 / Cuma günü yayımlamıştık... (tıkla)

Aşağıdaki link'lere de sahip olan yazıda, dikkat çeken birşey vardı: Tüm linkler çalışmasına karşın;

"Mehmet ESATOĞLU ile Söyleşi / Gölge Tiyatro"

başlıklı yazının link'i çalışmıyordu...

Aradan günler geçmesine karşın, hala çalışmıyor!...

Şimdilik, sorup geçiyoruz:

Neden?!.


TİYATROLARDAN ORTAK BİLDİRİ: Barışarock Festivali'nde Yaşananlara Dair

BEDREDDİN IŞIĞIYLA YOLCULUK! / Hamit DEMİR

Fotoğraflarla Barışarock'ta Yaşananlar

Mehmet ESATOĞLU ile Söyleşi / Gölge Tiyatro

Barışarock'ta Yapılan Yanlışlar! / Mehmet BAKIR

Neye Karşı Festival? / Deniz GÜNDOĞMUŞ

BARIŞA(MAYA)ROCK! / Orçun MASATÇI

Yine aynı nakarat! / Cansu FIRINCI

Dünyanın Sonunu sanat belirlermiş! / Mehmet Selin SAĞDIÇ

Tanıklık yazısı! / Özcan DALMIŞ

BARIŞMAK İÇİN BAHANEN VAR MI? / Erkan ÖKTEN

BİLİNMESİ GEREKENLER / Esra ŞAHİN

İŞ BİRLİKÇİLERİN, İŞ BİRLİĞİ! / Şafak TOK

Tanıklık yazısı! / Nazım SARIKAYA

İlk Tiyatro Deneyimim! / Aslı ARZIK

İlk kez böyle bir şey yaşadım! / Selin GÜNDÜZ

tıkla



Mehmet Esatoğlu ile Söyleşi...

Gölge Tiyatro


Soru: Kendinizi tanıtır mısınız?

M.Esatoğlu: Ben bir amatör tiyatrocuyum. 1969 yılında lisede tiyatroya başladım. Fatih Halkevi’nde sürdürdüm. 38 yıl değişik amatör tiyatrolarla çalıştım. 15 oyun yazdım. 28 oyun sahneledim. Başta Küba olmak üzere dünyanın 7 ülkesinde sahneye çıktım oynadım, oyunlarımı sahneledim. 4 yıl radyo tiyatrosu yaptım. 100 oyun seslendirdim. Çocuklarla, gençlerle drama çalışmaları yaptım. Evrensel Kültür ve İnsancıl Dergileri’nde yazılar yazdım. Yazdığım denemeler “Düşten Gerçeğe Perdeci” adlı kitapta toplandı.

Soru: Yazılarınızda ve konuşmalarınızda genellikle amatör tiyatro yaptığınızı ifade ediyorsunuz. Sizce nedir amatör tiyatronun anlamı ve profesyonellikten farkı?

M.Esatoğlu: Sanat amatörce yapılması gereken bir etkinliktir. Profesyonellik yani sanatın para karşılığı yapılması sanatın özüne aykırıdır. Gördüğünüz bir güzelliği ya da doğruyu topluma anlatmanın, onu insanlarla paylaşmanın parasal bir karşılığı olamayacağını düşünüyorum. Bu yüzden zaman zaman profesyonel alanda çalışsam da sanat üretirken bunu hep amatörce yaptım. Amatör tiyatroyu bir yaşam biçimi haline getirdim. Amatör Tiyatroların tarihi çok eskidir. İnsanın ilk oyun oynayışından bu yana vardırlar. Her şeyin alınır-satılır olduğu dünyada ise amatör tiyatro yapmak sanat alanında farklı bir duruş demektir. Bu duruş kendi içinde sanatın metalaşmasına karşı bir tavır anlamına gelir. Ben de amatör alanı böyle bir bakışla seçtim ve ürettim.

Soru: Ülkemizdeki amatör tiyatroların örgütlenme çabalarından söz eder misiniz?

M.Esatoğlu: Amatör tiyatroların ilk örgütlenme çabaları 60’lı yıllarda başlıyor. Değişik şenliklerde, festivallerde bir araya gelen topluluklar örgütlenmek için tartışmalar yapıyorlar. Ancak henüz kendi iç örgütlenmelerini var edemedikleri için bunu başaramıyorlar. 70’li yıllarda kurulan iki ayrı dernekleşme çabası da yine aynı nedenlerden ötürü kalıcı olamıyor.

Soru: Amatör tiyatroların örgütlenme çabaları içinde Amatör Tiyatrolar Çevresi’nin yeri, durumu ve yaptıkları nedir?

M.Esatoğlu: 80’li yılların başında örgütlenme çabalarına girişen Amatör Tiyatrolar Çevresi (ATÇ) kendi iç örgütlülüğünü kotarmış toplulukların çabasıyla uzun yıllar amatör toplulukları bir arada tutmayı başardı. ATÇ yalnızca amatör topluluklar arası bir dayanışma örgütlenmesi olarak kalmadı, ülke tiyatrosu ve onun sorunları üzerine önemli tartışmalar yaptı. Çözüm önerileri getirdi. 12 Eylül karanlığında kurulan ve mücadele eden ilk örgütlenmelerden biri oldu. Sanatı kuşatmaya çalışan her türden gerici yaklaşımı teşhir ederek onlarla mücadele etti. Tiyatro alanına gerek ideolojik gerekse estetik kaynaklar sundu. Sahnenin devrimci atılımlar yapabilmesi için olanaklar ve ortamlar hazırladı.

Soru: ATÇ’nin iç yapılanması nasıl işliyor?

M.Esatoğlu: ATÇ İstanbul içindeki amatör tiyatroların bir örgütlenmesi. Yönetimi yok, başkanı yok. Masanın etrafında kimler varsa onların kararlarıyla yürümüş bir örgütlenme. Tabela örgütlerinin aksine onu savunacak ve yaşatacak bir taban yoksa var olmayacak bir örgütlenme.

Soru: ATÇ amatörlerin ülke çapında ve uluslararası örgütlenmesine nasıl bakıyor? Bu alanda çabalar harcamış Amatör Tiyatrolar Üretim Kooperatifi (ATÜK) ile nasıl ilişkiler kurdunuz?

M.Esatoğlu: Amatörlerin ülke çapında ve uluslararası düzeyde birlikteliği ATÇ’nin hep gündeminde olmuş bir konu. ATÇ 1980’li yılların ortasından itibaren bir yandan kendi iç örgütlenmesini genişletirken öte yandan da katıldığı her türlü şenlik ve etkinlikte bu örgütlenmenin oluşmasının koşullarını araştırdı. 80’li yılların ikinci yarısında gerçekleşen gerek İstanbul gerekse Ankara şenliklerinde bir araya gelen topluluklar yoğun bir biçimde birlik tartışmaları yapıp bazı adımlar atsalar da uzun vadede bunun yükünü taşıyamadılar. ATÇ bu koşullarda kendini ülke çapında bir birlikteliğin adresi ilan etmedi. Birliğin ülkenin dört bir yanında hareketlenmeye başlayan amatör toplulukların kendi çabalarının eseri olması gerektiğini söyledi. ATÇ’nin bir başka çabası da uluslararası alanda oldu. 1990 yılından itibaren Uluslararası Amatör Tiyatrolar Birliği (IATA) ile bağlar kurmaya çalıştı. 1991’den itibaren IATA’nın kongrelerine temsilci gönderen ATÇ, bu alandaki örgütlenme çabalarını ve tartışmaları ülkedeki amatör tiyatroların gündemine taşıdı. Amatörlerin ülke çapında birlikteliği ise 1997’de Denizli’de bir amatör tiyatrolar kurultayındaki tartışmalar ve bunun ardından Ankaralı ve İstanbullu amatör tiyatrocuların örgütleme çabalarıyla gerçekleşti. Amatör Tiyatrolar Üretim Kooperatifi (ATÜK) 2005 yılına kadar bu alanda önemli çabalar harcadı. Ancak birliği var eden toplulukların gücünü yitirişi ve geri çekilmesiyle etkinliğini sürdüremez oldu.

Soru: Uzun yıllar İstanbul Sahnesi ve Tiyatro Simurg’la oyunlar ürettiniz. Bu deneyimler hakkında neler söyleyeceksiniz?

M.Esatoğlu: İstanbul Sahnesi ve ardından Tiyatro Simurg benim son 20 yıl sürekli çalışma yaptığım topluluklardır. Tabii bu arada başka topluluklarla da çalıştım yurt içinde ve yurt dışında. İstanbul Sahnesi 1986’da kuruldu. Bu toplulukta benim 1970’li ve 80’li yıllarda birlikte tiyatro çalıştığım arkadaşlarım vardı. 1977’de birlikte tiyatro yapmıştık. İstanbul Sahnesi kurulurken 11 yıl geçmişti. Biz hala birlikteydik. 1986’da Mehmet Bayazıd Lisesi’nden yetişenler de aramıza eklenince ortaya çok iyi bir topluluk çıktı. Deneyimli, tiyatroyu deliler gibi seven bir ekip. 10 yıl boyunca ülkede ve Avrupa’da önemli çalışmalar sergilemiş bir topluluktur İstanbul Sahnesi. 80’lerde ele aldığı konular ve 1990 ortasında ulaştığı estetik düzey önemlidir. Yalnızca oyun üretmekle kalmamış sanat alanının örgütlenmesinde de önemli çabaları olmuştur.

Tiyatro Simurg ise 1997’de kuruldu. Zorlu koşullarla boğuştu. Topluluğu oluşturanlar kendilerini hızla geliştirip zorlu oyunlarla boğuştular. Süreç içinde üç oyuncunun yarattığı bir iç örgütlenme ile onlar da 10 yılı arkalarında bıraktılar. İstanbul Sahnesi’nin yarattığı dayanışmacı ve örgütleyici tavra sahip çıktılar. Ne yazık ki İstanbul Sahnesi’ne sunulan bir dolu olanağa onlar kendi çabalarıyla ulaşmak durumunda kaldılar. Her iki topluluk da kendine özgü birer örgütlenme biçimi yarattılar. Kendi metinlerini yaratma konusunda yeteneklerini geliştirdiler. Metinlerin yazarı her ne kadar ben görünsem de onlar bu metinlere çok yoğun metin ve oyunculuk malzemesi taşıdılar. Kendi içlerine kapanmak yerine çevrelerindeki topluluklarla ilişkiler kurdular. Onların üretimlerine destek verdiler. Geçmişte tiyatroya emek vermiş sanatçılarla yakın bağlar geliştirdiler. Onları yeni kuşakla buluşturmaya çalıştılar. Bunlar amatör tiyatro alanında önemli geleneklerdir.

Soru: Çeşitli eğitim kurumlarında ve kitle örgütlerinde eğitmenlik yaptınız. Bu çalışmalarda perspektifiniz neydi?

M.Esatoğlu: 70’li yıllardan bu yana eğitim kurumlarında, demokratik kitle örgütlerinde, halkevlerinde, sendikalarda, mahallelerde tiyatro çalışmaları yaptım. Hala da yapıyorum. 1980 öncesi gençlerin, olgunların sanatla tanışacağı, sanat üreteceği alanlar vardı. İstanbul’un bir dolu yanında var olan Halkevleri, bir yanda sanat insanlarının öte yanda izleyicilerin oluştuğu mekânlardı. Bu kurumlar her türlü sanatsal birikimi çevrelerindeki insanlarla paylaşırlardı. Yeni çıkan dergilerle, yeni yazarlarla, yeni oyun metinleri ve sahnelemelerle, yeni müziklerle, resimlerle, heykellerle hep bu mekânlarda buluşurdu izleyici. Ben de küçük bir çocukken Eminönü Halkevi’nde oyun seyrederek, Fatih Halkevi’nde oynayarak, sanat-politika dergileriyle, kitaplarıyla tanışarak bir sanat insanı oldum. 1980’de askeri darbe sonrası bu alanlar yok edildi. Ülke insanı adeta bir çölün ortasına düştü. Biz o dönem yani 1980 başında lise tiyatrolarını çalıştırarak yeni insanlar yetiştirmeye çalıştık. 90’ların ortasından itibaren giderek okulların yozlaştırılması, nitelikli eğitimcilerin özel okullara gidişi sonucu buralar da birer çöl haline getirildi. Birkaç geleneği olan eğitim kurumu dışında nitelikli çalışmaların ürediği alan kalmadı. Biz bu alanlarda 10 yıl boyunca 12 Eylül karanlığı içinde gençlik yığınlarını sanatla tanıştırdık. Kokuşmuş konservatuar eğitimi yerine sanatın her dalıyla ilgilenen; belli bir dünyaya bakışı, belli bir estetik kaygısı olan; sanata sahneye saygılı, üretken kuşaklar yetiştirdik. Bugün tiyatro sahnesinde, beyaz perdede ya da televizyonda bu gelenekten gelme oyuncuları hemen fark edebilirsiniz. Bizim geleneğimiz geçmişini 60’lı yılların o güzel duyarlığından alıyordu. Bizler Vasıf Öngörenlerin, Oktay Arayıcıların saçtığı ışıkta yetişmiştik. Yeni kuşakları da aynı duyarlıkla yetiştirmeye çalıştık.

Soru: 7 yıldır konu edilen, hakkınızdaki "tacizci" suçlamalarıyla ilgili süreci anlatır mısınız?

M.Esatoğlu: Bu konuda kamuoyu önünde tartışmıyorum. Benimle sorunu olan herkesle yüz yüze konuşmaya hazırım. Ben 38 yıldır hiçbir maddi karşılık beklemeden bu ülkenin çocuklarına, gençlerine, yetişkinlerine sanat konusunda bazı bilgilerimi ve gözlemlerimi aktardım. Bundan ötürü beni seven de var. Bana söven de var. Bu konuda açık ve net söylediğim bir tek cümle var. Ben her türlü tacizin karşısındayım. 38 yıl boyunca tiyatro konusunda bildiklerimi, gördüklerimi aktarmaya çalıştım. Doğrular, güzellikler yaptığım gibi bilmeden yanlışlar da yapmış olabilirim. Kimi incittiysem özür dilerim. Bundan başka da söyleyeceğim bir şey yoktur.

Soru: Tüm bu suçlamaların İATP-ATÇ arasında yaşananlarla ilgisi var mıdır?

M.Esatoğlu: ATÇ içinde 80’li yılların ortasından bu yana kadar farklı yaklaşımlar, farklı görüşlerden topluluklar yer aldılar. Sanata dünyaya farklı bakanlar ATÇ bünyesinde tartışıyorlardı. Aramızda bir koltuk kavgası yoktu. Çünkü ATÇ’nin yapılanması buna uygun değildi. Tartışmalarımızı mümkün olduğunca yan yana durarak yapmaya çalışıyorduk. Örgütlenmelerdeki köklü hastalık olan, her sorunda parçalara bölünme geleneğine karşı direniyorduk. 1996 yılında İstanbul’da gerçekleşen Habitat Zirvesi’nde ABD Başkanı Bill Clinton kitle örgütleri için yeni bir yol çizdi. Neydi bu yol? Kitle örgütleri yani dernekler, sendikalar, vakıflar, kooperatifler var olan sisteme muhalefet alanları olmayacak aksine sistemin eksik ve gediğini toparlayan bu yönde çalışmalar yapan kuruluşlar olacaklar, sistem de bu kuruluşlara gereken desteği verecek. O günden itibaren ülkemizde tüm kitle örgütlerinde bir yol ayrımı ortaya çıktı. Bu iki eğilim bir süre kendi içinde çatıştı. ATÇ içinde de bu tartışmanın yansımaları oldu. İçimizde bazı topluluklar ATÇ’yi sisteme ve onun yoz kültürüne karşı çıkan duruşundan uzaklaştırmaya çalıştılar. Onlara göre ATÇ yalnızca tiyatro eğitim seminerleri ve atölyeler yapan bir “sivil toplum kuruluşu” olacaktı. Ben bu eğilimlere karşı “Sisteme Başkaldıran Amatör Tiyatro” başlıklı bir yazı yazdım. Bu yazıdan sonra aramızdaki yol ayrımı keskinleşti. BGST bünyesinde yer alan Tiyatro Boğaziçi bu yeni eğilimin başını çekiyordu. Bu nedenle 1999 -2000 sezonunda aramızda ATÇ geleneğine uymayan sert tartışmalar yaşandı. Bu tartışmalar sırasında kimi grupları bana karşı kışkırtmaya çalıştılar. Başaramadılar. 2000 yılı sonbaharında benimle iki yıldır çalışan bir topluluk olan Özgür Sahne oyuncuları ellerine tutuşturulan bir metinle beni suçladılar. Bu bir komploydu. Bir ay önce benim kendilerine yeterince zaman ayırmadığımdan yakınan topluluktaki oyuncular bir ay sonra benim kendilerini taciz ettiğimi söylediler. Bu iddialar üzerine bazı toplantılar yapıldı. Ama bir sonuca varılamadı. Bunun üzerine toplantılara katılmayan bazı topluluklar benimle hiçbir şey konuşmadan ATÇ’den ayrıldılar. İstanbul Alternatif Tiyatrolar Platformu (İATP) böyle bir komplo ile kuruldu. Bill Clinton’ın 1996’da formüle ettiği yolda ilerlemeye koyuldu. Suya sabuna buluşmadan bazı seminerler, atölyeler ve şenlikler yaptılar. Bir süre sonra da dağıldı. Şimdi 7 yıl geçtikten sonra üç-beş topluluk “girişim” adı altında tekkeyi yaşatmaya çalışıyorlar. Bu arada 7 yıl boyunca sürekli aleyhime yazı yazıp arkamdan konuştular. Yalanlar uydurdular. Ama beni tanıyanlar ve sanat alanındaki çabalarımı bilenler bu suçlamalara inanmadılar. Bu yalanlara inananların kaç kişi olduğunu Barışarock’ta herkes gördü. Onların da bir kısmı karşılıklı konuşunca şöyle söylediler: “Ben Esatoğlu’nu tanımıyorum, siz de haklı olabilirsiniz, olayları bilmiyorum, taciz var dediler geldim.”

Soru: Bu yapılanlara yönelik tepkiniz ne oldu?

M.Esatoğlu: Yapılan eylem ATÇ’yi parçalamaya yönelikti. Bu yüzden 2000 yılında ATÇ’li topluluklar durumla ilgili bir açıklama yaptılar. Bunun ardından biz kendi çalışmalarımıza devam ettik. Bu konuyu da bir daha gündemimize bile almadık. Çünkü ortada saldırgan bir tutum vardı. Provokatif bir ortam körükleniyordu. Suçlanan yalnız ben değildim. Onların yalanlarına inanmayan herkes “tacizci” ilan edilmişti. Biz geçmişteki tutumumuz neyse bugün de onu sürdüreceğiz. Bu yıl Barışarock’ta da yaşadık, körüklenen bir şiddet ortamı var. Ancak biz bu provokasyona gelmeyeceğiz.

Soru: Siz iki yıldır Barışarock’ta Tiyatro Koordinasyonu içinde yer alıyorsunuz. Bu yıl festivalin son günü ortaya çıkan bu eylemi nasıl değerlendiriyorsunuz?

M.Esatoğlu: Ben yalnızca Barışarock’ta etkinlik yapan biri değilim. İstanbul’un ve ülkenin dört bir yanında oyunlar sahneliyorum. Seminerler veriyorum Atölye çalışmaları düzenliyorum. İki yıldır da Barışarock’ta Tiyatro organizasyonu içindeyim. Nedense –ki nedenleri ve kimler tarafından körüklendiği bizce malum- bu yıl 28 tiyatro topluluğunun bir araya geldiği ve savaşa, emperyalizme karşı güçlü bir ses yükselttiği sırada bu eylemler örgütlenmeye başladı. Bana ulaşan bilgiler çerçevesinde elimden geldiği oranda Barışarock’a zarar gelmesin diye uğraştım. Barışarock yöneticileriyle toplantı yaptım. Onları doğabilecek olayların sonuçları konusunda uyardım. Onlar da bu uyarılara hak verdiler. Zaten bir gece önce bir protesto eyleminde bıçaklama olayları olmuştu. Ama daha sonra neler olup bittiyse sözlerinde durmadılar. Ben protesto eylemi sırasında da bir provokasyon olmaması için gayret gösterdim. Ancak karşımızdakiler gittikçe azgınlaştılar. Bunun üzerine yüzlerce oyuncu sesini yükseltti. Sonunda da istenmeyen olaylar meydana geldi. Verdiği sözleri tutamayan Barışarock Koordinasyonu, saldırganları engelleyeceğine İzmir’den gelmiş bir topluluğun gösterisini engellemeye çalıştı. Ne yazık ki faşizan bir tutum içindeydiler. Oyun tüm saldırılara rağmen oynandı. Biz olayların daha da büyümemesi için ekipleri dışarı çıkartmaya uğraşırken, onlar bu kez de konser sahnesine çıkarak linç çağrıları yaptılar.

Barışarock’ta protesto olmayacak mı? Elbette olabilir. Ama onun da bir sınırı olmalı. Şimdi siz bir konuda protesto yapıyorsunuz. Karşınızda da sizinle aynı düşünceyi paylaşmayanlar var. Bu durumda ne olacak? Bizim ülke özelinde ortaya şiddet çıkıyor. Kimin kime gücü yeterse… Birkaç yıl önce benim hakkımda taciz kampanyası düzenleyenler, bulundukları üniversitede sol görüşlü grupların yayın organlarını satmalarını engelliyorlardı. Sonunda bir kavga çıktı. Kol kırıldı. Bu olayın ardından yayın organları satılmaya başlandı. Şimdi ölçü bu mu olmalı? Birileri beni suçluyor. Birileri de bu suçlamalara karşı çıkıyor. Şimdi bu durumda ne olacak? Tartışılan konu Barışarock içinde çözülemiyorsa iş nereye varacak? Barışarock Koordinasyonu’nun bu konuda bir ölçüsü yok. Bir de yapılan protesto kendilerine de uygun geliyorsa taraf olmayı seçiyorlar. Bu yıl onların yaklaşımlarından güç alanlar iyice azıttılar ve sonunda bıçaklanmalar oldu. Gelecek yıl bu tutumları değişmezse ölüm kapıda bekliyor. Ama ne yazık ki onlar hala dikensiz gül bahçesi olursa sorun çıkmaz yaklaşımındalar. Olayların ardından yaptığımız değerlendirme toplantısında bile bu yaklaşımlarını değiştirmemişlerdi.

Soru- Son olarak, Barışarock’taki olaylardan sonra yapılanları nasıl değerlendiriyorsunuz?

M.Esatoğlu- Barışarock sonrasında internet ortamında yazılanlara bakıyorum. Ortada sağlıklı bir tartışma yerine salya sümük bir lümpenlik kol geziyor. Futbol ve magazin kültürü her yanı sarmış durumda. Yazılan her satırın ortalığı kışkırtmaktan başka bir işlevi yok. Sorunları tartışmak isteyen kimse yok. Yazılan tartışma yazılarında ileri sürülenler ve söylenen sözler yalanlar üzerine kurulu. Bir yandan yalan üreterek diğer yandan da bu yalanlara inanmayanları “tacizci” ilan ederek ilerleyebileceklerini düşünüyorlar. Türkiye’de sol çevreler bunların kim olduklarını ve nerelerden beslendiklerini iyi biliyor.

tıkla


(Ayrıca) tıkla:
Barışarock'ta neler oldu?... 1
Barışarock'ta neler oldu?... 2
Barışarock'ta neler oldu?... 3
Barışarock'ta neler oldu?... 4
Barışarock'ta neler oldu?... 5
Barışarock'ta neler oldu?... 6
Barışarock'ta neler oldu?... 7
Barışarock'ta neler oldu?... 8

12 Eylül 2007 Çarşamba

Tadına doyulmaz bir yapıt...

Akutagawa*’nın 1927’de, intiharından

hemen önce yazdığı ironik taşlama

“KAPPA”

Oğuz Baykara**’nın “Japonca aslından” çevirisiyle,

nihayet Türkçe’de...


Sinema sanatıyla ilgilenenler, ünlü Japon yönetmen Akira Kurosawa’yı ve onun 1950 yılında çektiği “Raşomon” adlı filmi iyi tanırlar. (“Raşomon”, Kyoto şehrinin güneyinde, “Edirnekapı” veya “Topkapı” gibi şehre giriş çıkışı sağlayan, 10. yüzyılda kullanılmış ve sonradan yok olmuş bir kapının özel ismidir ve “Raşô Kapısı” anlamına gelmektedir.) “Raşomon”, Ryunosuke Akutagawa (1892-1927) adlı Japon yazarın 1915’te yazdığı bir kısa hikaye idi. Yönetmen Kurosawa, “Raşomon” adlı filmin senaryosunu, aslında, yazar Akutagawa’nın yalnızca “Raşomon” adlı hikayesinden oluşturmuş değildi. Filmin senaryosu, Akutagawa’nın iki hikayesinden, “Raşomon” (1915) ve (“Çalılıklar Arasında” diye çevirebileceğimiz) “Yabuno Naka” (1922) adlı hikayelerinden oluşturulmuştu. Akutagawa, 1927 yılında, henüz 35 yaşındayken, ilaç içerek intihar etmişti. Ölümünden yaklaşık 25 yıl kadar sonra, Akutagawa’nın iki hikayesinden oluşturulan “Raşomon” adlı film, önce, Venedik Film Festivali'nde büyük ödül olan Altın Aslan’ı kazandı. Aynı yıl (1951) Holywood’un Akademi jürisince en iyi yabancı film seçilerek, Oscar ödülünün de sahibi oldu. Böylece “Raşomon”, hem yönetmen Kurosawa’nın, hem de yazar Akutagawa’nın dünya ölçüsünde tanınmasını sağladı.

Akutagawa’nın adı, Türkçe’de ilk kez, 1959 yılında yayınlanan, 128 sayfalık, küçük bir Japon hikayeleri antolojisinde, duyuldu. Varlık Yayınları arasında çıkan bu antoloji, “Cehennemin Kapıları” başlığını ve “Seçilmiş Japon Hikayeleri” üst başlığını taşıyordu. Yedi Japon yazarından yedi hikayeyi içeren bu küçük antolojideki tüm hikayeler, Samih Tiryakioğlu tarafından (büyük bir olasılıkla İngilizce’den) çevrilmişlerdi. Bu antolojideki ilk hikaye, Akutagawa’nın “Kesa ile Morito” adlı hikayesiydi ve çevirmen Tiryakioğlu bu hikayeye Türkçe’de “Cehennemin Kapıları” adını vermişti.

1966’da, Tarık Dursun K., Akutagawa’nın hikayelerinden yaptığı küçük bir seçmeyi (yine büyük bir ihtimalle İngilizce’den) Türkçe’ye çevirdi ve 112 sayfalık küçük bir hikaye kitabı olarak, “Raşomon” adıyla, Bilgi Yayınları arasında yayımladı.

(1972’de yine intihar ederek hayatına son vermiş olan 1899 doğumlu) Yasunari Kavabata’nın 1968 yılında Nobel ödülünü kazanan ilk Japon yazar olmasından sonra, dünyada ve Türkiye’de Japon edebiyatına yönelik ilgi, daha da arttı. Kavabata’dan başka, (yine 1970’de harakiri yaparak 45 yaşında intihar etmiş olan) Yukio Mişima ve (1965’de 79 yaşında ölmesinden bir yıl önce Amerikan Akademisi’nin ve Ulusal Sanatlar Enstitüsü’nün onur üyesi seçilen ilk Japon yazar olan) Junichiro Tanizaki ve (1994’te yine Nobel ödülünü kazanan ikinci Japon yazar olan) Kenzaburo Oe gibi Japon edebiyatçılar, çeşitli kitaplarının Japonca dışı dillerden yapılmış çevirileriyle, Türk okurlarına sunuldu.

Ama Japon edebiyatına yönelik ilginin böylesine gelişmesine rağmen; Japon edebiyatının sesini dünyaya ve Türkiye’ye ilk kez duyuran Akutagawa, 1966’dan sonra Türkçe’de tamamen unutulmuştu. Oysa, çevirmen Oğuz Baykara’nın “Kappa”ya yazdığı önsözden öğrendiğimize göre, Akutagawa, “Sadece 11 yıl süren bu kısa yazarlık hayatında öykü, roman, gezi, anı, eleştiri, antoloji gibi sayısı 150 yi geçen ve toplam 19 ciltte toplanan değişik türde yapıtlar” bırakmış ve “Çağdaş Japon edebiyatında hiçbir öykücü, yapıtları ve özel yaşantısıyla Akutagawa kadar derin tartışmalara yol açıp ilgi uyandırmamıştır.” (Bakınız: “Kappa”, Ryunosuke Akutagawa’nın aynı adlı eserinin Japonca orijinalinden çeviren Oğuz Baykara. Ürün Yayınları, İstanbul 2004. Sayfa 7.)


*Akutagawa

1 mart 1892 yılında doğmuş, 24 temmuz 1927 yılında ölmüş şair ve yazar. "Japon kısa hikayelerinin babası" olarak bilinir. Hiçbir zaman uzun romanlar yazmamış; 150'yi aşkın kısa öykü yazmıştır. Bunlardan bazıları the nose, the spider's thread, the hell screen, autumn, the ball (akutagawa story), the ball, in a grove (en ünlü öyküsü) ve Kappa'dır. Rashōmon adlı öyküsü, Akira Kurosawa tarafından 1950 yılında filme uyarlanmıştır. Yaşamının sonlarına doğru halüsinasyonlar görmeye başlamış ve aşırı dozda barbitürat alarak hayatına son vermiştir.


**Oğuz Baykara

İstanbul'da doğdu. İlk ve orta okulu Afyon-Bolvadin'de bitirdi. Lise son sınıfta burs kazanarak Amerika'ya gitti. Döndükten sonra genç yaşta mütercim-tercümanlık ve profesyonel turist rehberliğine başladı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesine girdi. Öğrenim yıllarında değişik Avrupa ülkelerine yaşayarak çeşitli yabancı diller öğrendi. İktisat Fakültesinden mezun olduktan sonra 1986-89 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesinde "Japonca ve Türkçe’nin Karşılaştırmalı Ses Yapısı" üzerinde master tezi yazdı.

Japon dili ve edebiyatı konusunda uzmanlaşmak için 1992 yılında Japonya'ya gitti ve Keio Üniversitesinde hazırlık okudu. Sophia Üniversitesinde Japonca fonetik ve sentaks konularında araştırma yaptı. 1996 da Kyorin Üniversitesinde ikinci master programına başladı ve "Temel Japonca-Türkçe Sözlük"ü hazırladı. Bu sözlükten verdiği çeşitli örneklerle Japonca ve Türkçe’yi karşılaştırarak "Çeviri Sözlükler ve Sözlükbilim Sorunsalı" adlı ikinci master tezini yazdı.


Aynı okulda doktoraya başladı. Doktora konusu olarak, Japon yazı dilinin, biçim ve söz dağarcığı açısından Çince’nin yoğun etkisinden kurtularak hızla ulusallaşmaya başladığı dönem olan “İmparator Taisho Devri Edebiyatı”nı seçti (1911-1927). Bu dönemin en önemli üç yazarı, Shiga Naoya, Tanizaki Jun’ichiro, Akutagawa Ryunosuke üzerinde yoğunlaştı. Çalışmasının ilk aşamasında sadece çeviri ile uğraştı ve bu yazarlardan irili ufaklı 40 yapıtı dilimize kazandırdı.

Japonca olarak kaleme aldığı tezini 2004 yılında bitirerek Japon Edebiyatı konusunda doktor unvanını alan ilk Türk oldu. Basılan yapıtlarının arasında “Temel Japonca-Türkçe Sözlük”, “ Japonca'dan Türkçe'ye Yolculuk” ve Japonca’dan çevirdiği “Kappa” adlı öykü kitabı bulunuyor. Yakında basılacak kitapları arasında ise Shakespeare’den yaptığı sone çevirileri ve Japonca’dan yaptığı üç öykü çeviri kitabı bulunmakta.

Toplam 12 yılını Japonya’da Japon Dili ve Edebiyatına hasreden Oğuz Baykara şimdi Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim Bölümünde öğretim üyesidir. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Japonca bilir. Oğuz Baykara, yabancı dil öğrenmenin dünya barışını koruma konusunda en etkin yöntem olduğu kanısında. Bu nedenle bütün okurlara en azından bir yabancı dil öğrenmelerini öğütler.

Ona göre, bir ülkenin dilini öğrenmek mekanik bir olay değildir. Bir dili öğrenmek o dilin kültürünü ve insanlarını sevmeyi de birlikte getirir ve her şey zaten insanı sevmekle başlar…

E-mail: oguz@bigglook.com

tıkla

HOMEROS (üçüncü çalışma)

TV, oyunculuğa gereksinim duyuyor!...

Televizyonun halka karşıt yapılanmasını bildiğimizden, bu alanla ilgili özendirici haber / yorum yapmamaya özen gösteriyoruz...

Televizyon canavarının yutması için, yeni yüzlere gereksinim duyan cast ajansları, en olmadık yerlere dek e-posta atıyorlar. Kendini sosyalist / toplumcu olarak adlandıran tiyatromuza dek sızan ajanslar, ucuz ve hevesli oyuncularla işi yürütmeye çalışıyorlar...

Bize gelen bir e-postayı, fikir oluşturması anlamında yayımlıyoruz:


Sevgili Tiyatro Gönüllüleri


Bizler TV sektöründe uzun yıllar çalışmış iki genç girişimciyiz. Kısa bir süre
önce bağlı olduğumuz kurumlardan ayrılarak Türkiye’de “oyuncu kadrosu” oluşturmak ve sektöre oyuncu kazandırmak amacıyla eğitime dayanan -kamera Oyunculuğu- yeni bir model oluşturduk.

Amacımız; Türkiye’de, sektörde hep sorun olarak görünen “oyuncu seçimi ve kadroların kurulması” sistemini belli doğrular ve metotlar üzerine geliştirebilmek

Bizim iddiamız şudur ki; “ bu sektörü bizim kadar kimse ciddiye almadı”.

Tabi ki bu hizmet anlayışı sektörde de karşılığını buldu. Birçok proje için “kadro kurulması ve/veya bireysel oyuncu” başvuruları gelmektedir.

Bizde bu yoğun talepleri karşılayabilmek için yeni bir arayış içine girdik. Doğru kişileri bulmak, iş anlayışımızın en önemli unsurudur. Düşüncemiz “o” dur ki sahne tozu yutmuş her kişi bizim için önemli ve değerli bir hazinedir. Amacımız bu kişilerle ortak paydalarda çalışabilmektir. Tiyatro gönüllüleriyle yeteneklerini paylaşabileceğimiz işbirliği geliştirebilmektir.

Sizden ricamız; “bu maili” ilgili kişilerle de paylaşmamızda aracı olmanız

İlginize şimdiden teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dileriz.


Kubilay MAMATİ / Evrim KANPOLAT


Daha Fazla Bilgi İçin !

tlf : 0212 252 90 09/08
Web :www.dramayapim.com
e-mail : info@dramayapim.com
adres : Çukurcuma cd.No:34/B Cihangir/ Beyoğlu

Charlie'yi unutmuyoruz...

Dünyanın en büyük aktörlerinden biri olmasına karşın, dünyanın en büyük paralarını kazanmasına karşın, dünya nimetlerinden yararlanabilecek düzeye sahip olmasına karşın, ezilenlerin dünyasından kopmayan Charlie Chaplin, gerçeğin ardında yürüyen oyuncuların piri olmayı sürdürüyor...

11 Eylül 2007 Salı

Bugün 12 Eylül!...

Yokuş Yayınları

H. Hilmi Bulunmaz*


Hilesiz bir yayınevi... Süte su katmayan bir zihniyetle yayıncılık yapan bir kuruluş...

Kendimi bildim bileli bir kitap okuruyum... Yayınevleri için iyi bir müşteriyim... Ne yazık ki, ülkemizde bulunan yayınevlerinin tamamına yakını hilebaz... Ne yazık ki, ülkemizdeki yayıncılık kuruluşlarının çoğu süte su katıyor...

Yokuş Yayınları, yayımladığı iki kitapla, daha şimdiden, hilesizliğini kanıtladı. Süte su katmadığını ortaya koydu...

Yokuş Yayınları, yayımladığı Vatanseverliğe Karşı adlı kitapla, bu kavramın (vatanseverlik), ne denli anlamsız ve sömürüye açık bir kavram olduğunu kavramamıza yardımcı oldu...

Bir diğer kitap Sansürlenen Tolstoy ise, ülkemiz entelektüellerinin tamamına yakınının (yabancı dilde kitap okuma yeterliliğine ulaşamamışlar), aslında hileli kitap okuduğunu kanıtlıyor. Süte su katıldığını anlatıyor!...

Büyük yayınevlerinin ne denli hileli işler yaptığı, ne denli süte su kattığını algılamak isteyenler, Yokuş Yayınları'nın kitaplarını okumalılar...

Bu yayınevine kefilim... Bu kitaplara kefilim...

Küçücük, oylumsuz bir yazıyla, yani hile yaparak, yani süte su katarak görevimi yerine getirdiğim kanısında değilim!...

En kısa zamanda, yine yazacağım... Defalarca yazacağım... Bıkmadan yazacağım!...


*Aksi belirtilmemişse, bu sitede yayımlanan yazıların tamamını H. Hilmi Bulunmaz yazıyor...

tıkla

10 Eylül 2007 Pazartesi

tavır kampanyamızı destekliyor...

Merhaba, metni "kültür sanat yaşamında tavır dergisi" olarak imzalıyoruz. Selamlar.


Medya için haber değeri olmayan kampanya!...


Oyun'un notu: Kampanyamız, Münir Özkul adının, (Münir ustanın şöhretiyle daha uyumlu bir başka salona verilmek üzere) Fakir Baykurt adıyla değiştirilene; devrimci tiyatro geleneğinin simge mekanlarından biri olan TÖS salonunun adı “Fakir Baykurt Sahnesi” oluncaya dek sürecek!...

Türkiye Öğretmenler Sendikası gibi devrimci bir kurumun (ilk genel başkanı Fakir Baykurt) atmışlı yıllarda kurduğu salon; devlet tarafından kutsanan (1998’de Kültür Bakanlığı tarafından “Devlet Sanatçısı” sıfatıyla onurlanan) Münir Özkul adıyla pazara sürülüyor...

Binlerce insanın emeği, öldürülen TÖS üyelerinin mirası, Fakir Baykurt gibi önemli bir kültür emekçisinin katkılarıyla bugüne gelmiş olan salon; hiçbir devrimci eylemliliğe katılmamış (üstelik, Fakir Baykurt ve tüm Baykurt'lara kan kusturan devletin Kültür Bakanlığınca “Devlet Sanatçısı” unvanı ile taçlandırılmış) olan Münir Özkul adıyla, kendine yabancılaştırılmak, geleneğinden ve kimliğinden soyutlanmak, ticarileştirilmek isteniyor...

Münir Özkul adının, bir an önce Fakir Baykurt adıyla değiştirilmesini, TÖS salonunun “Fakir Baykurt Sahnesi” adıyla, devrimci geleneğine uygun bir kimlikle yaşatılmasını istiyoruz. "İyi İnsanlar Görev Başına..." sloganının aldatıcılığına kanmıyor ve asıl görevin daha ilk adımda, salonun adını doğru belirlemek olduğunu düşünüyor; ve salonun adı doğru belirlenmedikçe, orada yapılacak etkinliklerin doğrultusu da doğru belirlenmemiş olacaktır, diyoruz. (Münir Özkul’a karşı değiliz, onun “farklı” yeteneğine farklı zeminlerde saygı duyabiliriz) ama TÖS salonu ve devrimci tiyatro geleneğini sürdürmek zemininde samimiysek, tercih etmemiz gereken isim, Münir Özkul değil, Fakir Baykurt’tur...


Destekleyenler:

Öner Yağcı
FAKİR-DER
Eski Dergisi
Kemal Oruç
Mavi Liman
Erol Özyiğit
Seyyit Nezir
tavır dergisi
Ozan Yılmaz
abece dergisi
Polat İnangül
Kazım Şimşek
Özgür Tiyatro
Gibi Yapanlar
Sanat Cephesi
Coşkun Büktel
Broy Yayınları
Tiyatro Avesta
Mustafa Kaplan
Tiyatro Fanzini
Yokuş Yayınları
Hilmi Bulunmaz
Cemal Bulunmaz
Demirtaş Ceyhun
Acar Burak Bengi
Sabri Kuşkonmaz
Sis Çanı Yayınları
Bulunmaz Tiyatro
Yenikapı Tiyatrosu
Sosyalist Oyun Dergisi
Nazım Hikmet Sahnesi
Özgür Ozan Yüksekdağ
Gamze Çakır Yüksekdağ
Bulunmaz Kültür Merkezi
Berfin Basın Yayın
(İsmet Arslan, Berfin, Berfin Bahar, Kora Yayın, AsyaŞafak Yayınları)

tıkla
Acar Burak Bengi'nin, Tolstoy çalışmaları ("Vatanseverliğe Karşı" ve "Sansürlenen Tolstoy") Yokuş Yayınları'nda... Yokuş Yayınları ise internette, Beyoğlu Simurg ile Beyoğlu Robinson Crusoe kitabevlerinde ve Moda Dağarcık Sahaf'ta...

Tolstoy, "Savaş ve Barış", "Anna Karenina" ve diğer romanlarından ibaret değil...

"Gizlenen kitap" olarak lanse edilen ve Tolstoy'un "müslüman olduğunu" iddia eden "Hz Muhammed" adlı "kara" kitap (korsan baskıları hariç) beşinci 50 bin baskısına ulaştı. Yani kitapçıların ve okurların "yalana rağbeti" çok büyük oldu ve devam ediyor.

O kitabın "gizlenmiş" olmadığını kaynak göstererek belgeleyen ve Tolstoy'u müslüman ilan edenlerin yaptığı tahrifatı teşhir eden "Sansürlenen Tolstoy" adlı kitap ise, bin tane bile satmadı. Yani kitapçılar ve okurların "hakikate rağbeti" sıfıra yakın oldu.

Acar Burak Bengi, içerik olarak Türkiye'nin en kaliteli, en yararlı, en zihin açıcı kitaplarından ikisini yayınladı: "Vatanseverliğe Karşı" ve "Sansürlenen Tolstoy" ... Bengi, bu iki kitabı, en profesyonel yayınevlerini kıskandıracak bir mükemmellik ve tasarım estetiğiyle ve kendi emeğinin ve titizliğinin eseri olarak, neredeyse sıfır tashihle bastırdı. Türkiye'nin bu kitaplara (hakikate) ihtiyacı var. Ama Bengi, bu kitapları dağıtamıyor.

Çünkü dağıtımcılar ve (yukarıda adlarını ve linklerini verdiğimiz üç tanesi dışında) kitapçılar, bu iki "amatör" kitap için ayrı bir cari hesap açmak istemediklerinden, "Vatanseverliğe Karşı" ve "Sansürlenen Tolstoy"u raflarına koymuyorlar.

Acar Burak Bengi, yazdığı alanda, (eleştirel inceleme) en az Coşkun Büktel kadar başarılı, çok önemli bir yazar. En derin konuları, en kolay biçimde açıklayabilmesini mümkün kılan olağanüstü bir ifade gücüne ve yazdıklarını eğlenceli ve "okunur" kılan müthiş bir ironi yeteneğine sahip ve en az Büktel kadar vicdanlı, titiz ve dürüst bir yazar.

Bengi'nin kitapları yalnızca aydınlanmak için değil, sırf okuma keyfi için bile okunacak kitaplar. Ne yazık ki, sizlere ulaşmaları çok zor. Onlara mutlaka ulaşmaya, çalışın! Ayrıntılı bilgi, aşağıdaki başlıkta:

YOKUŞ YAYINLARI
tıkla
Yokuş Yayınları Simurg'da

tıkla
Yokuş Yayınları Simurg'da

9 Eylül 2007 Pazar

Kazım Şimşek'in anı defteri...

Tiyatroyu, salt bir eğlenme / eğlendirme aracı olarak görmeyen Kazım Şimşek, aynı zamanda, entellektüel bir uğraş olarak gördüğünden, bu sanata, katkılarını sürdürüyor...

Bir de sitesi bulunan Kazım Şimşek, dünyaya değgin görüşlerini bu sitede dile getiriyor. İzleyin:


Homeros' un "İlyada" Çalışmasının 3. Haftası


Bugün Homeros' un "İlyada" adlı eserinin oyun haline getirilmesi çalışmalarına devam edildi. Şu an tek kişi olduğum için oyunun tek kişilik olarak oynanması düşünülmektedir. Geçen haftalara göre daha iyiydim. Daha çok bağırmaya gayret ettim. Beden dilini kullanmakta çok iyi değildim. Ezberlediğim dizeleri dile getirirken beden hareketlerime fazla dikkat edememekteyim. Bazen dizeleri söylerken kelimelerin yerlerini değiştiriyordum. Bazen de bazı dizeleri atlıyordum. Ancak hocamız beni kitaptan takip etmediği için şu an için bir sorun yok :)

Tabiatıyla daha iyi ezberleyip böyle hatalar yapmamam gerekiyor.

İzleyicilerden çok kasarak oynadığıma dair eleştiri aldım. Maalesef oynarken fazla rahat olamıyorum. Henüz heyecanımı tam yenemedim. Bunun zamanla düzeceğini tahmin ediyorum. Hocam bu hafta da epey ödev verdi. Hocamın bu sayfama destanın özeti, homeros ile ilgili bilgiler, yunan mitolojisi sözlüğü gibi bilgilerin konulmasının iyi olacağına dair önerisi oldu. Uzun vadede sayfamın Yunan mitolojisiyle ilgili uzmanlaşmış bir site ve bir başvuru kaynağı olmasının Türkiye' de önemli bir boşluğu doldurmasına yardımcı olacağına dair ifadesi oldu. Zamanım oldukça hocamın bu arzusunu yerine getirme gayretlerim devam edecektir.

tıkla

Kazım Şimşek kampanyamızı destekliyor...

Tiyatro sanatçısı, mitoloji uzmanı, elektronik ve haberleşme mühendisi Kazım Şimşek, emeğin safında yer alıp, TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) salonunun MÖS (Münir Özkul Sahnesi) olarak piyasaya sürülmesine karşı çıkıyor. Bu salonun, Fakir Baykurt Sahnesi adıyla yaşamasını belirtiyor. Kendisine teşekkür ediyoruz...


Kamyanyamızı destekleyenler:

Öner Yağcı
FAKİR-DER
Eski Dergisi
Kemal Oruç
Mavi Liman
Erol Özyiğit
Seyyit Nezir
Ozan Yılmaz
abece dergisi
Polat İnangül
Kazım Şimşek
Özgür Tiyatro
Gibi Yapanlar
Sanat Cephesi
Coşkun Büktel
Broy Yayınları
Tiyatro Avesta
Mustafa Kaplan
Tiyatro Fanzini
Yokuş Yayınları
Hilmi Bulunmaz
Cemal Bulunmaz
Demirtaş Ceyhun
Acar Burak Bengi
Sabri Kuşkonmaz
Sis Çanı Yayınları
Bulunmaz Tiyatro
Yenikapı Tiyatrosu
Sosyalist Oyun Dergisi
Nazım Hikmet Sahnesi
Özgür Ozan Yüksekdağ
Gamze Çakır Yüksekdağ
Bulunmaz Kültür Merkezi
Berfin Basın Yayın
(İsmet Arslan, Berfin, Berfin Bahar, Kora Yayın, AsyaŞafak Yayınları)

tıkla